Anti-İsmetizmin esbab-ı mucibesi

Tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Sovyetler Birliği ansızın çöktü ve Türkiye Cumhuriyeti son 38 yılda parça parça yıkılıp dağıldı. Sovyetlerden geriye kalan Rusya toprakları mafyoz bir çetenin eline düştü. Türkiye Cumhuriyetini parçalayıp yıkanlar ölüyü kaldırsın diye imamları çağırdı, teslim etti. İmamlar geldi, cesedi kaldırmak yerine tecavüz etmeyi seçti. 20. Yüzyılın iki ileri atılımının hazin sonudur. Dedim ya tuhaf bir dönemden geçiyoruz. 

Fakat yitirilmiş bu iki ütopyadan bakiye iki şey hala çok canlı. Biri Sovyetler Birliği’nden kalan Anti Stalinizm, diğeri Türkiye Cumhuriyeti’nden kalan–adını biz koyalım- “Anti İsmetizm”dir.

Neden böyle? Çünkü Sovyetlere saldıramayanlar Stalin’e, Cumhuriyete saldıramayanlar da İsmet İnönü’ye saldırıyor. Demek ki Stalin’de ve İnönü’de saldırmak istedikleri şeyin birer temsilini görüyor. İkisinin de hem temsil kabiliyetleri vardır ve hem de –öyle değerlendirildikleri vakidir- temsil ettikleri şeylerin zayıf karnı olarak görülmektedirler. Bu durumda bizim de Stalin ve İnönü’de, Komünizmi ve Cumhuriyeti teşhis etmemiz doğrudur. Onlar saldırıyorsa biz savunuyoruz. Savunurken tam da bu temsil kabiliyetinden yola çıkıyoruz. Stalin’i savunmak Komünizmi savunmak, İnönü’yü savunmak Cumhuriyeti savunmaktır. Çatışma çok serttir; savaştayız.

***

Kimdir İnönü? Mustafa Kemal’in en yakın silah arkadaşı, savaş kahramanı, Cumhuriyetle özdeş ikinci isim, usta diplomat, CHP Genel Başkanı, Cumhuriyetin ilk başbakanı ve ikinci Cumhurbaşkanı. Elbette "Milli Şef", bununla birlikte çok partili demokrasi denemesinin mimarı. Namı diğer "İsmet Paşa", Cumhuriyeti iyi kötü ayakta tutmayı başaran adam. Cumhurbaşkanı olduktan kısa bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Sovyetler Birliği, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi büyük güçlerin arasında usta manevralarla ülkesini savaşın dışında tutmayı başardı. Bu açıdan ne Hitler’e benzer, ne de Amerikancı olduğu söylenebilir. Hiç kuşkumuz yok, İnönü bir yurtseverdir.  

Onu Hitler’e benzetip Amerikancı olarak suçlayanların ilk icraatı ise Amerikan savaş aygıtının Türkiye’de konuşlandırılıp komşu ülkelerin halklarına ölüm yağdırmasına “evet” demek olmuştur. Bu büyük ihanet, Meclis’te bir kaza sonucu önlenebildi. Bunu beceremeyenler daha sonra Amerika’da kapı kapı dolaşıp “bizi süpürmeyin, kullanın, hazırız” diyerek yalvararak ayakta kalabildi. Anti-İsmetizmin şampiyonları bunlardır. 

***

Anti-İsmetizm’i anlamak için Anti-Stalinizm’e bakmamız gerek. İkisinin de kökleri İkinci Savaştadır.

Savaş bitti ve Komünizm savaştan zaferle çıktı. Paniğe kapılanlar savaşın hemen ardından “soğuk savaş” denilen karşı devrimi örgütlemeye girişti. Savaştan kaçıp Amerika’ya sığınan Herbert Marcuse, daha savaşın dumanı tüterken “Artık kapitalist sistemin savunulması karşı devrimin ülke içinde ve dışında örgütlenmesini zorunlu kılar” diye yazmıştı, kapitalizm bütün devrimler içinde en radikal olanın tehdidine karşı örgütleniyordu. ABD’ye biat eden Nazi istihbaratçısı General Reinhard Gehlen karşı devrimin en acımasız örgütü olacak CIA’nın temellerini atmaya başlamıştı. Amerikan imparatorluğu için bütün enerjisini yönelttiği tek bir hedef vardı artık; komünist yayılmanın durdurulması ve mümkünse yok edilmesi.

Bunun için gereken ideolojik donanım büyük paralar yatırılan projelerle yaratılmaya çalışılacaktı. Psikologları bir araya getirerek psikolojik harbi formüle etmeye çalışan CAMELOT, psikolojik savaş taktiklerini geliştirmek amacıyla seçkin sosyal bilimcileri bir araya toplayan TRUVA, Amerikan yaşam tarzını yaymayı amaçlayan Barış Gönüllüleri projesi bu ihtiyaçtan doğmuştu. Sosyal bilimlerin soğuk savaşın emrine verilişini 1965 yılında Amerikan Kongresi şu başlık altında rapor ediyordu: “Soğuk Savaş’ı kazanmak: ABD’nin İdeolojik Taarruzu.” Ama karşı devrimin asıl başarısı, bu örgütlenmenin geniş bir aydın kesimi “ikna” etmiş olmasındaydı. Bu o kadar öyleydi ki karşı devrimi ilk kez yazan Marcuse hakkında dahi bu örgütlenmenin ideoloğu olduğu yönünde söylentiler dolaşıyordu. Tablo, karşı devrimin askeri olmayanların önemli bir kesiminin de sansürün koruyucu kollarında huzur aradığını gösteriyordu. Karşı devrim, aydını ve bu arada aklı silerek yola koyulmuştu.

Zaten dönüşümün altyapısı “materyalizmi” en büyük suç haline getiren Nazilerce hazırlanmıştı. Almanya’da modern fizik makalelerinde determinizm hakkında yazılan reddiyeler, suçlamalardan kurtulmanın yaygın bir yöntemi haline gelmişti. Daha “kırılgan” olan felsefeciler ırkçılık veya doğrudan Nazizm ile flört ediyorlardı. Bilimde ve felsefede irrasyonalizm, faşizmin “rasyonel” ihtiyaçları tarafından kışkırtılmaktaydı. O kadar ürkütülmüşlerdi ki Nazizm’den kaçıp ABD’ye yerleşen Komünist Partisi ve Frankfurt Okulu üyesi Antropolog Karl August Wittfogel, Columbia’daki bir öğrenci çalışma grubunun üyelerini komünist olduğu gerekçesiyle ihbar etmeye kadar vardırmıştı işi. Wittfogel’ in ihbarı yüzünden yüzlerce öğretim üyesi işini kaybetmiş, birçoğu ülkeyi terk etmek zorunda kalmış ve aralarından bazıları intihar etmişti. Karl Polanyi gibi baskıyı nispeten daha hafif hasarlarla atlatanlar da vardı. Fakat baskı kesin sonuç vermişti.  ABD’de 1946’dan 1970’e kadarki Amerikan Antropologlarından Seçme Yazılar’da Karl Marks’a bir tane bile atıfta bulunulmamıştı. Beyinlerin silindiğinin işaretidir. 

Bu kader Frankfurt Okulu’nun göçerleri için de geçerliydi; Enstitünün Columbia Üniversitesi’ne taşınmasından sonra üretilen makalelerde, artık Marksizm ya da Komünizm gibi kelimeler kullanılmamaya, bunların yerine, “diyalektik materyalizm”, “materyalist toplum teorisi” sözcükleri kullanılmaya başlanmıştı. “Eleştirel teori” daha dolaylı ve durumu daha iyi karşılayan bir icattı. Kastedilenin Marksizm olduğunu artık ancak uzmanları anlayabiliyordu. Aydınlar önce proletarya, sonra Marksizm’den vazgeçirildi, içleri boşaltılınca da birer ihbarcı haline dönüştürüldü. Bu türden “sol tandanslı” felsefecilerin “Sovyet Marksizm’i” ve işçi sınıfının devrimci rolü üzerine eleştirileri Amerika’ya verilmiş birer af dilekçesinden ibaretti.

Anti Stalinizm işte bu iklimde boy vermişti. Komünizme doğrudan saldıramayanların bulduğu bir çözümdü Stalin’e saldırmak. Saldırının ikinci aşaması Sovyetlerin Marksizm’i çarpıttığı, kendine uyarladığı iddiasıydı. Marcuse, 1950’li yıllarda yayınladığı bir çalışmasına amaca daha doğrudan hizmet edecek bir başlık koymuştu: “Sovyet Marksizm’i.”

***

Fakat Sovyetler savaştan zaferle çıkmıştı ve hem Sovyetler Birliği hem de dünya halkları arasında prestiji çok yüksekti. Karşı propaganda çoğu zaman ters tepiyordu. Truva Projesi kapsamında bir araya getirilen ve “Amerika’nın Sesi” yayınlarını etkili hale getirmekte görevlendirilen sosyal bilimciler, 1951’de bir rapor hazırlayarak Dışişleri Bakanlığını uyardılar. Raporda Sovyetler Birliği’nden Batı’ya kaçanlarla ilgili şu önerilerde bulunuluyordu: “Açıkça ya da ima yoluyla, komünizmin kötü olduğu veya komünizmi küçümsediğimizi gösterecek bir konuma düşmekten kaçınmalıyız. Daha ziyade, Stalinizm’in, Marksizm’in Batı’da aslında barışçı bir evrim geçirmiş olan belli ideallerine ihanet ettiği görüşünü savunmalıyız. Sovyet toplumunun entelektüel temellerine açıktan ve topyekûn bir saldırı görüntüsü verilmemelidir.” Anti-Stalinizm, soğuk savaşın laboratuvarlarında imal edilmiştir.

Bu disiplinler arasında Sosyal Antropoloji, sömürgeciliğin hizmetkârı rolüyle en sabıkalı olandı. Antropologlar, Uluslararası Kalkınma Ajansı (AID), CIA’nin İleri Araştırma Projeleri Ajansı (ARPA), Sosyal Sistem Araştırmaları Merkezi (CRESS) ve devletin diğer araştırma kuruluşlarında sorunsuzca çalıştılar. İlgi alanları Alaska’dan Tayvan’a kadar yayılıyordu. Araştırma konuları köylülerin hangi koşullarda ayaklandıklarından, komünist tehdide karşı kırsal kalkınmaya kadar değişiyordu. Bu çalışmalar sonucunda hayatımıza yepyeni kavramlar girdi. Toplumların modern ve geleneksel olarak ikiye ayrılması, özgürlük ve totaliterlik arasındaki husumetin körüklenmesi, temel sorunların yerini çok kültürlülük, cinsel tercihler, feminizm gibi konular alması, siyaset bilimi tarafından liberalizmin meşrulaştırılması, kapitalist emperyalizm için en hayati eğilim olan tüketim ideolojisinin tek ölçü haline getirilmesi, özelleştirme ve globalleşmenin meşrulaştırılması ve tabii ki Anti- Stalinizm…

***

Anti-İsmetizm daha yereldir, daha kabadır fakat her halinde Anti Stalinizm’in küçük ölçekli bir modelidir. Faşizme çağ atlatanlar onu Hitler’e benzemekle itham ediyor. Her türlü inancı baskılayanlar onda inanca bir saygısızlık buluyor. Emperyalistlerin ve ABD’nin kapısında yatanlar onda Amerikancılık seziyor. 

Komünizme sövemeyen Stalin’e, Cumhuriyete sövemeyen İnönü’ye söver. Lenin’i karalayamayan Stalin’i, Mustafa Kemal’i karalayamayan İnönü’yü karalar. Stalin ve İnönü’ye bakış, devrimcilik ile karşı devrimcilik arasındaki sınırdır. Eleştirmek ayrı, kim Stalin’e ve İnönü’ye kem bakıyorsa bilin ki o bir karşı devrimcidir. 

Onlar saldırıyor ve biz savunuyoruz. Mesele ne Stalin, ne İnönü’dür. Savunduğumuz Komünizm ve Cumhuriyettir.