Venseremos…

Dünya siyasetinde çokça örnekleri var, bazı ülkelerin politik figürleri; parti başkanları, bakanlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları, belediye başkanları filan halkın içinde yalnız başlarına dolaşıyorlar.

Şimdilerde korkanları çok olsa da bu özellikleriyle anılan yüzlerce siyasetçi var. Behice Boran, M. Ali Aybar, Gandi, Olof Palme, Fidel Castro, Che Guevara ve Latin Amerika’da birçokları gibi.

Amsterdam’da, kentin merkezindeki parkta bulunan Sinema Cafe’de dostlarla sohbet ediyoruz. İnsanlar bisikletleriyle dolaşıyor, yol iki şerit halinde bir karınca akışında, onlarcası başka bir yoldan yürüyüş yapıyor, kimileri banklara oturmuş gül bahçesinden gelen bülbül seslerini dinliyor, kimileri kitaplarını okuyor. Bir sessizlik ki sormayın. Deniz seviyesinin altında kurulmuş bir kentte huzur denen şey, kökleri yukarıda ama çiçekler kuşanmış olan ağaç dallarına sinmiş.

Kareli şortu ve beyaz tişörtü ile bir adam yanaşıyor cafeye, “Belediye Başkanı” diyor yanımdaki arkadaş. Bakınıyorum. Öyle sade, gösterişsiz tıknaz bir adam. Bizim mahalle bakkalı gibi. Park ediyor bisikletini, yanımızdaki gençlerin oturduğu masaya oturup kahvesini söylüyor. Gökyüzüne bakıyorum. Güneş mavi bulutların arasından benimle alay eder gibi sırıtıyor.

Ülkemi düşünüyorum.

Yalnız CB değil, başbakan ya da bakanlardan biri sokağa çıksa, yüzlerce koruma onlardan önce her köşeyi tutuyor, trafik durduruluyor, bir araç değil onlarca son model zırhlı araç ortalığı gürültüye boğa boğa seyirtiyorlar.

Binaların tepelerine uzun menzilli silahlarla keskin nişancılar yerleştirilmiş, gökyüzünde helikopterler dolaşıyor.

Vay anasını arkadaş, bu kadar olur.

Korkuyorlar.

Bir yerlerden biri slogan filan atsa!

Düşünsenize durumu.

Hareket halindeki her canlıdan korkuyorlar.

Halkından korkan yediğinden içtiğinden korkar, karısından, kızından, oğlundan, komşusundan korkar, uykusunda bile rahat edemez, kendi hırıltısından korkar.

Böyle yaşanır mı?

Nedeni bu yazının hem konusu hem değil ancak görünen o ki, suçu olan korkar halkından.

Bülent Ecevit’i anımsıyorum. Anadol marka bir arabası vardı. Başbakanken bile kurulurdu direksiyona tiyatrolara, operaya, baleye onunla giderdi.

Davetiye kabul etmez yer ayırtır ve bilet satın alırdı.

Erdal İnönü ile Ankara’da kitapçı dükkânlarında karşılaşırdık. Mülkiyelilerin bahçesinde aldığı kitaplara göz atar, çayını yudumlardı.

Ülke mi değişti, yoksa biri şair olacakken siyasetçi olmuş ve diğeri fizikçi iken zorla parti başkanlığına getirilmiş bu iki insan mı doğrusunu yapmışlardı?

Biliyoruz ki ikisinin de siyasi günahları kabarık.

Ancak görünen o ki korkmuyorlardı.

Behice Boran, fırına gidip ekmeğini kendi alır, mahalle bakkalından alış-veriş eder, sinema ve tiyatrolara elini kolunu sallayarak halkla selamlaşarak giderdi.

M. Ali Aybar eski sporcu olmanın hazzıyla sabah yürüyüşlerini yalnız yapar, kitapçı dükkânlarını yalnız dolaşırdı.

Korkmuyorlardı. Ortalık faşist kemik yalayıcılarla doluydu oysa.

İnsan halkına, kendinden olmayan herkese küfredince, düşmanlık kusunca, yalanı büyütünce, talanı gündelik yapınca korkuya boğuluyor demek ki.

O zaman kabadayılık, yalnız kameralar karşısında ve mikrofon önünde geçerli oluyor.

Kendi kitlene bile söylev çekerken araya mesafeler koyup, koruma ordusuna, takviye polis ve asker katarak, yığınak yapmak zorunda kalıyorsan, bunun başka izahı yok.

Amsterdam kentini dolaşıyoruz. “Bu kaçıncı, bıkmadın mı?” diyor Meltem.

Bıkmadım, ne bu yosun kokusu taşan kanal boylarından, tekneler üstündeki çiçeklerden, kedilerden, ne müzelerinden, tiyatrolarından, sinemalarından, galerilerinden, kitapçı ve şekerci dükkânlarından bıkmadım.

Varsın kapitalizm höykürsün üstümüze. Değil mi ki adım başı bir yaşanmışlığın içinden geçiyoruz, umurumda değil.

Bir marş çalıyorum ıslıkla, sokaktaki dansçıyla dans ediyorum, ileride gar meydanında çello çalan bir grupla şarkı söylüyorum, mim yapan Hintliyi selamlıyorum göz ucuyla, şu ağacın altındaki ressamla aynı tuvalin içinde geziniyorum, heykellerin önünden geçiyorum saygıyla eğilerek, çiçeklerle gülüşüyorum, diniyor yüreğim.

Kentin mimari dokusunu yaşatmak için, yerel yönetim hiçbir katkı payı gözetmeden tarihi dokuyu sürekli restore ediyor, kentte toz duman ve ses kirliliği yok, iskelelerin tepelerinde ustalar, birer resim yapar, heykel yontar gibi dokunuyorlar yaşama, her gelişimde buna tanık oluyorum, tüm su kanallarında da aynı çalışma sürüyor.

Yine memleketimi düşünüyorum.

Yaşadığım kenti, Beyoğlu’nu. Kültürel varlıklara olan düşmanlığı, sokakların, caddelerin gericiliğin talan politikalarına esir edilişini.

Tadım kaçıyor.

Bu konuda yetenekliyim, başkasına gerek yok, ben kendi kendimin tadını kaçırmayı çok iyi biliyorum.

Zaten sevinç dediğin boğuldu benim ülkemde.

Beş paralık huzurumuz kalmadı.

En son yaptıklarını hiç hazmedemiyorum.

Çocuklarımızın geleceklerini çalıyorlar ve ülkem susuyor ya işte buna hiç dayanamıyorum.

Adanalı İsmail arkadaşın kahvesine oturuyoruz. Küba kahvesi kokuyor üstüm başım.

Bisikletliler geçiyor her yaştan, ne kadar çok. Kim bilir hangi öyküleri taşıyorlar evlerine ve yalnızlıklarına. Yaşlı bir palyaço geliyor karşı kahvenin önüne. Kocaman yusyuvarlak ay gibi bir burun, dilini çıkarıyor hayata ve mızıkasıyla bir Şili halk şarkısını çalarak dans ediyor.

Vensemeros.

Ayağa kalkıp alkışlıyorum, şaşırıyor bizimkiler.

Palyaço ile el sallaşıyoruz.

Bakınıyorum gri bir buluta.

“Kıralım zincirlerimizi.”


[email protected]