Toplu mezarlar görüyoruz, ormanda ağaçlar kesilmiş, özel kostümlerle görevliler araçlardan tabutlar indirip toprağa insan veriyorlar.
Aynı gün yalan haber diye açıklamalar geliyor, görüntüleri çekenlere, yayanlara gözaltı yapılıp, ifadeleri alınıyor, olay kapatılıyor, nasıl oluyor?
Kapitalizm doymak bilmeyen oburluğuna yenik düştü.
En büyük ekonomi denen yapılardan onların güdümündeki en küçüğüne kadar ne varsa tek tek yıkılmaya mahkûmlar.
Tuhaf olan, kendi sonlarını kendilerinin hazırlamış olmasıdır.
"Zaten derin krizle boğuşan kapitalizmi virüs geldi kalbinden vurdu" diyenler var.
"Bu virüsü bunlar icat ettiler, sonucunu göreceğiz, dünya nüfusunu azaltmak amaçları, baksanıza kansızlar özel sığınaklarına kaçtılar" diyenler var.
"Yine olan yoksul halka olacak, yalnız bizde değil dünyanın her yerinde kırıp geçirecek insanlığı" diyenler var.
Aman aman gökyüzünden pamuk şekeri gibi bir kar yağıyor ki, tut elini gelsin yüreğinde erisin.
Meydanın orta yerine kuruldu set, buradan bakınca arkadaşlar beyazlığın içinde koşuşturan karıncalar gibiler.
Uzaktayım evimden, kitaplarımdan, kedimden, canlarımdan memleketimden.
Yüreğim boğaz vapurunun rüzgârına sığınmış iskele iskele dolaşan martı kanatları gibi.
Devlet bir anda yok oldu.
Haber bültenlerinde “İdlib'de her şey lehimize” diye başlayan, “2 tane şehidimiz var”, evet “tane” diyerek devam edip dualarla süren bir açıklama yapılıyordu ki, birden önce dünya sonra sosyal medya ölüm haberleriyle dolup taştı.
Suriye AKP için bir cephe, Libya da öyle.
Paralı askerler, kiralıklar ve Mehmetçik ellerinde silahlarla bu cephelerde emir altında savaş halindeler.
Aralarında toprağa düşenler var, kaç kişiler bilmiyoruz, yalnızca yoksul evlerine asılan bayraklar, o evlerden yükselen çığlıklardan, cenaze törenlerinden olup bitenleri izliyoruz.
Ölenler çocuk.
Tanıyorum bu kardeşleri.
Birlikte mahallelerde, meydanlarda, sahnelerde hayata ses kattık.
Bazen sunumunu yaptım o buluşmaların, bazen şiirler okudum.
Her seferinde binlerce erdemli insanla birlikte şarkılar söyledik.
Bağımsız Türkiye dedik.
Barış dedik.
Kardeşlik dedik.
Eşitlik ve özgürlük dedik.
Kahrolsun Faşizm dedik.
İlgilenme çık sahnene oyununu oyna, şiirini oku, şarkı söyleyen dostlarına katıl, dans et, neşelen dön evine vur kafanı gecenin alacasına, sana ne olup bitenlerden, sen mi kurtaracaksın karanlığa boğulmuş vatanı.
Ülke deprem için hazır değilmiş sana ne.
Ölecekmiş milyonlarca insan sana ne.
Adamın biri her gün en az beş kez din ve iman ile yalan söylüyormuş sana ne.
126 emekli büyükelçi Kanal İstanbul için ortak bir bildiri yayınlayıp, “Montrö sözleşmesini tartışmaya açacaktır, ülkemizin İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi üzerindeki mutlak egemenliğinin kaybedilmesini sağlayacaktır” dediler.
AKP çıkıp “Bu siyasi bir yönlendirmedir, anlatılanla Kanal İstanbul’un ile ilgisi yoktur” dedi.
Kimin umurunda?
İnsanlık tarihinde çokça örneği olan bir sürecin tam orta yerindeyiz.
Tüm toplumsal değerlerin ayaklar altına alındığı, dünün bütün demokratik kazanımlarının üstüne çıkılıp tepinildiği, yasaların çöpe atıldığı, hukukun eşitsizliğin bayrağı ilan edildiği, tüm hayata zehir kusan bir süreç.
Umutsuzluk öylesine derin bir hüzne boğulmuş ki yaşananlara ‘bu memleket adam olmaz, bu insanlardan bir halt olmaz, benim inancım kalmadı, nerde o günler’ gibi yanıtlar üretilerek kendiliğinden yılgınlık çoğaltılıyor.
İlgilenmiyorsunuz biliyorum.
Haksız da sayılmazsınız.
Bunca acının, kahrın, gözyaşları ve hüznün, içeride dışarıda salyalar saçarak savaş çığlıkları atan bir ülkenin yurttaşı olarak gündeminizde sanat ve sanatçı düşmanlığının olmasını beklemek zaten tuhaf ötesi olsa gerek.
Hayır, asla durmayacaklar.
Elde avuçta ne kaldıysa üstüne çökecekler ya da yandaşlarına üç kuruşa peşkeş çekecekler.
Gideceklerini anladılar ve olmayacak her duaya âmin deme yeteneklerini kusturuyorlar.
2019 yılını yazayım istedim.
Yazamadım.
Sevinçler boğulmuş, acı kuşatmış içimizi dışımızı.
Şöyle ağız dolusu gülmeyi unutturmuşlar.
Hep hüzün arkadaş hep hüzün.
Şairler ölmüş, ressamlar ölmüş, edebiyatçılar ölmüş, dostlarım tek tek toprağa düşüp kanat çırpmışlar gökyüzünün maviliğine.
Görüyor, yazılanları okuyor, atılan nutukları duyuyor olmalısınız.
Kanal İstanbul adlı ülkenin yıkım projesi için yandaşlık el ele vermiş, bilimsel tüm verileri ayaklar altına alarak bir koro halinde en bet sesleri ile yırtınıyorlar.
Bu sürü bağırdıkça kanalı yapmak istemenin gerçekleri de tek tek ortalara saçılıyor.
Yeni işsizlik verilerini açıkladılar, ne kadarı yalan ne kadarı doğru tartışması anlamsız geliyor bana.
Sokağa çıktığınızda hayatlarına dokunduğunuz insanlığın yaşadığı gerçekliktir doğru olan ve ülkenin yaşadığı acıya, hüzne giderek yok oluşa savrulan, aşağıda okuyacağınız sonuçlardır:
Kitap okuma oranı yüzde 1.
Sanat etkinliklerine katılım oranı yüzde 1.
Nasıl bir ruh halidir diye günlerdir düşünür oldum, insan aslında böyle bir yaratık mıdır yoksa bu sonradan edinilmiş bir vahşilik midir?
İnançlar; insan aklını yönlendiren, bazen içindeki iyiliği, çoğu zamanlarda ise kötülüğü ortaya çıkaran ve nefreti, kini, öfkeyi körükleyerek ayrıştıran, ötekileştiren yapılar mıdır?
Bazı anketlere bakıyorum, öyle güvenilir-güvenilmez filan beni ilgilendirmiyor, kim yapmış yaptırmış hiç umrumda değil, görünen şu ki AKP güneş altındaki kar gibi eriyor.
Anketlerde böyle, peki ya hayatın içinde.
İşte orada her şey tam tersi.
Ülkede olup bitenleri umursamayan, gününü gün eden bir yiyicilik damarı var ki azgınlaşmış durumdalar.
Sen hiç soğuktan tir tir titreyen serçe kuşlarını gördün mü?
Bir ağaç dalında, bir duvar dibinde, bir pencere önünde.
Ağlaşır gibi iniltiler içinde kıvranırlar, ya saklaşırlar birbirlerinin koynunda ya da acılara yenik düşer boyun bükerler.
Cihangir merdivenleri; avlularında bin bir sevinç ve hüzün barındıran evlerin, şarkıya durmuş ağaçların, saklı kalmış balkon çiçeklerinin, yavrularıyla oynaşan mutlu kedilerin, ardınızdan seğirten köpeklerin arasından koşar gibi denize akarlar.
Yaşanmış aşkların şiir olduğu basamaklardan söz ediyorum. Her adımında karınca ürkekliğinde gizli yalnızlıklar olan.
Yeni bir şey değil her ulusal bayramda, her 10 Kasım gününde aynı düşmanlık yaşanıyor.
Bu öyle AKP süreciyle yaşanan bir durum değil, ülke kurulduğundan beri tüm din simsarları, tarikat ve cemaatler kendilerine ulema denen zevat bu düşmanlıkla yatıp kalktı.
- Bazı kelimelerin hayattaki karşılıkları yitip gitti. Umut, ümit, sevinç, neşe gibi. Bak insanlara kaçının yüzü gülüyor, kaçı öfkesiz?
Üstlerine yalan, nefret ve kin yağdıkça çaresizlikleri büyüyor, yalnızlaşıyorlar ve giderek zifiri karanlığın içinde kıvranıyorlar.
- Bugün neşe pınarı gibisin ağabey hayret!
Günlerden pazar, Ekim ayındayız ama havada bahar sesi var, güneş gri bulutların arasından sevinç saçıyor, yine vapurun kıçında elimde çay bardağı ardımızdan uçuşan martılara bakınıyorum, ben yaşlarda yeşil paltolu bir hanım elindeki torbadan ekmek kırıntıları attıkça bir telaştır başlıyor, yaylıları inleyen senfoni gibi.
Bir avuç erdemli insan, yaz-kış-yağmur-çamur-kar demeden Haydarpaşa Dayanışması adıyla yıllardır eylem yapıp, trenlerin tekrar Haydarpaşa’ya gelmesi için her Pazar garın önünde bir araya geliyorlar.
Onlarcasında bu insanlıkla birlikte olduk.
Şarkılar, şiirler söyledik oyunlar oynadık, halka sesimizi duyurmaya çabaladık.
Sokağın sonunda durduruldum, yumuk yumuk patileriyle bacaklarıma dolanan sarman yolumu kesmişti, ne yukarıda fır dönen helikopterin küfürler savuran homurtulu sesi, ne sağımdan solumdan kaçışan insanlar umurumuzda değil.
Kucağıma almak için eğildim, önce başına dokundum usulca sonra sırtını sıvazladım, sanki bin yıldır dosttuk.
“Balık hafızalı” nasıl olunuyor, mesela iki gün önce söylediğini unutmak diyebilir miyiz, ya da yaptıklarını silip anında çöpe atmak mı daha doğru?
“İstanbul’un altı köstebek yuvası gibi” diyor haber.
“Metro için kazılan ve 1.5 yıldır hiçbir şey yapılmayan tüneller, depremde canımızı yakacak” diye devam ediyor.
Oysa İstanbul’un altı ne ise üstü de o.
“Yüzbinlerce betondan tabutlukta milyonlarca insan yaşıyoruz.”
Şimdilik yasak olmayan bazı sözcükler var.
Cumhuriyet, eşitlik, özgürlük, bağımsızlık, kardeşlik, sınıf, hak, adalet gibi.
İstediğiniz gibi, istediğiniz biçimde avazınız çıktığınca bu sözcükleri bağırabilirsiniz.
Tek koşulu var sokağa çıkamazsınız.
Evinde bağır, olmadı çık ıssız bir tepeye oradan bağırabildiğin kadar bağır.
Üç yıl oldu, üç koca yıl.
O kara günden bu güne ülkem karanlığın içinde kıvranıyor, meydanlar boş, umutlar bölük pörçük, sevinçler yitik.
Tarık Akan “Bu öyle bir virüs ki kardeşim işler insanın beynine, birlik olmazsan kurtulamazsın, yer bitirir umudunu” derdi.
Salgın sardı kuşattı memleketi ama umudumuzu hayır.
İkisi de birer yıl arayla, aynı gün ve aynı ayda göçüp gittiler bu her yanı ışıklı dünyadan.
İkisi de yoksul çocukları ama öylesi miraslar bıraktılar ki geriye şimdilerde izlerini sürenler bahtiyar.
Biri Yılmaz Güney, diğeri Erkan Yücel.
- Neler yaşanıyor neler, memleket yalan ve talan imparatorluğu.
- Pul pul dökülüyor ağabey tüm pislikleri.
- Ele geçirdikleri her mevzi kazanç kapıları olmuş. Cumhuriyet’i işgal ettiler dediğimizde dudak büken liberal soysuzlar görüyor mudur ortaya saçılanları?
Adam Erzurum’da ayakkabı boyacılığı yapıyor, AKP üyesi, ne ara vakit buluyor bilinmez emniyet müdürlüğüne bir ihbar başvurusu yapıyor “Bu adam terörist” diye, emniyet savcılığa yazıyor, savcı hakkımda soruşturma açıyor, İstanbul’da evimden alınıp emniyete götürülüyorum, “yaşasın sanat yaşasın hayat” dediğim için dava edildiğimi anlıyorum.
Ağustos sıcağında birden ortalık kararıyor, yıldırımlar, şimşekler, böğürtüler içinden gök delinip sel oluyor hayat.
Sokaklar, caddeler çöp yığınlarıyla doluyor.
Üstyapı ne ise altyapı da o.
Yeri göğü betona gömülmüş güzelim kent bir kez daha ağlıyor.
25 yılın talan ve yalan faturasını yine yoksul İstanbul halkı ödüyor.
Kendileri açıkladılar, 1102 ayrı noktada ağaç kesiyorlar.
Biz yalnız Kaz dağlarındaki katliamla ilgiliyiz!
İlk adımı HES adıyla Karadeniz derelerini kurutarak attılar.
Bölge halkı isyan etti, ülke sustu.
Ardından Artvin Cerattepe katliamı, Artvin halkının direnişine rağmen durdurulamadı.
Halk jandarma, polis saldırısına direnirken ülke seyretmişti.
Dünya sinemasında çok örneği var, tiyatroda da öyle.
Yaşanmış bir cinayetin, katliamın ya da hukuksuzluğunda halkın hem fikir olduğu önemli olayların filmleri ama özellikle mahkeme aşamaları büyük ilgi görür.
Bizde dünden bugüne oyun metni ya da film senaryosu olabilecek, sahnede oynandığında veya filmi çekildiğinde gişe rekorları kıracak binlerce olay var.
Önceleri hiç umursanmıyordu ne zaman ki Haziran Direnişi’nde ağaç katliamına karşı insanlık sokaklara, meydanlara taştı o zaman anlaşıldı hayat düşmanlığının ne boyutta olduğu.
Ülke ormanları, yeşil alanlar, zeytinlikler, hayaletler mezarlığına döndükçe "ne oluyor" denmeye başladı.
15 gün içinde üç ülke dolaşıyorsunuz, gecenin köründe İstanbul’dan uçağa biniyorsunuz, İzmir Urla ‘da yapılacak Tiyatro Festivali için Urla’da otelinize yerleşiyorsunuz kimlik veriyorsunuz, 15 dakika sonra iki polis “Hakkınızda GBT” var diye karşınıza dikiliyor.
1977 İstanbul turnesindeyiz, mekân Beyoğlu Küçük Sahne. Bilenler bilir önceleri Ankara tiyatroları İstanbul’a öyle bir ya da iki gösteri için gelmezdik.
Hani hem maliyeti kurtarmaz kaygısı vardı hem İstanbul’da salonları dolduran seyirci çoğulu.
Büyük Ekim devrimi öncesi, hayatın her alanında sürdürülen ve Çarlık Rusyası'nın sonunu getirmek için yaşanan amansız mücadele içinde yoksul köylülerin, işçilerin ve her milliyetten Rus emekçilerinin meydanları doldurup ayaklandığı ilk yıllar, 1905 yılının orta yeridir.
Büyük kalkışma, çarlık despotizminin canını yaksa da kaybeden Rus emekçileri olacaktır.
Asım Bezirci, Behçet Aysan, Metin Altıok, Nesimi Çimen, Asaf Koçak, Hasret Gültekin, Uğur Kaynar, Muhlis Akarsu ile birlikte ateşe verilen canların iniltileri, şiirleri, oyunları şarkıları, öyküleri bu ülkenin üstünde külden ve kandan oluşmuş bir vicdan bayrağı olarak duruyor.
Evet, 26 yıl oldu.
Mevsimler birbirine karışıyor, yağmur rüzgârlara, bulutlar güneşlere, tohumlar çiçeklere, karıncalar su gözelerine, martılar çığlıklara ve biz ölüyoruz.
Ardımızdan iki yaldızlı söz, törenlerde kurulan kürsülerden bolca nutuk, cami avlularında iki dost kucaklaşması, alkışlar, sonra yolculanıyoruz toprağa.
-En çok 20 liralık cepten çıkartılıp “Bu paranın 5 lirasını çaldılar” dendiğinde Binali’nin yüzündeki tik katsayısının yükselişine güldüm.
-Ben ise Sayıştay raporları için önce “yok öyle bir rapor, siz gördünüz mü?” bağırışına, İmamoğlu raporu gösterince kem-küm ve “okumadım” itirafına.
- Neler yaşanıyor neler, memleket yalan ve talan imparatorluğu.
- Pul pul dökülüyor ağabey tüm pislikleri.
- Ele geçirdikleri her mevzi kazanç kapıları olmuş. Cumhuriyet’i işgal ettiler dediğimizde dudak büken liberal soysuzlar görüyor mudur ortaya saçılanları?
Ülkenin yarısı her yaştan erdemli insanıyla sokaklara çıkıp meydanları işgal etmiş kardeşliğin, eşitliğin ve özgürlüğün sesi olmuş, zulme zorbalığa diklenerek talana ve yalana dur demişti.
Dillerde yeni şarkılar, şiirler, kardeşçe omuz omuza yapılan meydan dansları, aşk içinde büyüyen yurt sevgisinin ortaklaşmış sevinci masmavi gökyüzüne yazılan çocuk gülüşleri gibiydi.
- Bazı kelimelerin hayattaki karşılıkları yitip gitti.
Umut, ümit, sevinç, neşe gibi.
Bak insanlara kaçının yüzü gülüyor, kaçı öfkesiz?
Üstlerine yalan, nefret ve kin yağdıkça çaresizlikleri büyüyor, yalnızlaşıyorlar ve giderek zifiri karanlığın içinde kıvranıyorlar.
Bak şu çocuklara, oyun oynuyorlar güya ama hüzün var bedenlerinde.
Ne içlerinde ortaya saçılan bir kargaşa belirtisi var, ne yakın tarihte yok olup gideceklerini gösteren belirgin bir iz. İpler her anlamıyla “4.5 yıl daha buradayız” diyenin elinde.
Evet, yükselen ufak-tefek sesler yok değil ama bu 17 yıllık saltanatın çökmesini sağlayacak bir yapıdan yani işçi-emekçi örgütlemesinden yükselmiyor.
Soruyor adamın biri, beyimiz “çünkü çaldılar” diyerek yanıtlayıp, gevrek gevrek gülüyor.
Bu zat bakanlık, başbakanlık, meclis başkanlığı yaptırılmış biri.
-AKP için iptal tek yoldu, aksini hiç düşünmedim. Tam 25 yıldır İstanbul Belediyesi üstünden yüzlerce irili-ufaklı şirket, onlarca yandaş, dinci vakıf-dernek, binlerce yalnızca maaşını alıp hiçbir iş yapmayan asalak ve milyonlarca liradan oluşan yolsuzluklar olduğunu duymayan, bilmeyen kaldı mı sanmıyorum.
Sözüm size ey kardeşlerim.
Haftanın her günü her saati köle gibi alın teri döken set işçileri.
Uykusuz gecelerin şafağında işbaşı yapmak zorunda kalan ışık, görüntü, dekor, kostüm tasarımının emekçileri.
F-16 uçakları adeta savaş günleriymiş gibi fır dönüyor kentin üstünde. Kahvede oturuyoruz aynı sesle irkiliyorum, sokaktayım aynı ses, yemekteyiz aynı ses, sahnedeyim aynı ses, uykudayım aynı sesle ayağa fırlıyorum.
- İşin suyu çıktı denir ya işte tam da o durum. Artık hiçbir anlamıyla bu ülkede hukuk adalet kavramlarından söz etmenin bir karşılığı yok.
-Yapamazsınız bu yasalara aykırı denilen ne varsa yapılıyor.
-Yalnızca son yaşadığımız seçimler bahsinde değil, ülke yönetiminde hayatın her alanında ne isteniyor, nasıl olması isteniyorsa yapıldı.
-Muhalefet yalnızca kural ve yasa tanımazlığa dikkat çekti, ama şu ana kadar engellenen hiçbir şey yok.
Bir yanımızda karlı dağlar, ötemizde su gözeleri, yüreklerimizde umut, çiçeklenip halaya durmuş hayatın orta yerinden Munzur boyunca yol alıyoruz.
Baraj sularının oluşturduğu göletlerin yamaçlarında bacaları tüten köyler, üstümüzden uçuşan görmeye alışkın olmadığımız yaban kuşları, her direğe yuva yapmış leylekler gelecek yeni bir zaman için bekleşiyorlar.
Ne yazacağız, ülkede doruğa tırmandırılan her tür düşmanlığı mı yoksa 11 yaşındaki çocuğa tecavüz eden İmam alçağının serbest bırakılmasını mı ya da her gün işlenen kadın cinayetlerine seyirci kalan soysuzluğu mu?
-Bu iş çığırından çıktı. Ben hiç böyle bir seçim süreci yaşamadım, sanırım ülkemde yaşamadı. Bir açıktan küfür etmedikleri, kendileri gibi düşünmeyen, oy vermeyeceklerini anladıkları tüm insanları tek tek tutuklayıp içeri atmadıkları kaldı.
-Cezaevlerinde yer yok ağabey, inan yer olsa onu da yaparlar.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ndeki binlerce insanı, hakları için bir arada görünce birilerinin dudakları uçuklamış, uykuları kaçmış olacak ki ortaya Kabataş benzeri yeni bir yalan “Ezanı ıslıkladılar” diye en tepeden servis edildi.
Şu İstanbul kentinden Anadolu’nun herhangi bir iline, ilçesine, köyüne gitmek; çürümüşlüğün üstümüze sıçrattığı yalandan, sevinçlerimizin esir edilmesinden, koşar adım uzaklaşmak gibi geliyor bana.
Yeni bir gökyüzü altında esen yele, yağan kara, akan suya, çiçeğe duran ağaca, erdemli insanın umut saçan ışığına, sokağında mutlu yatan kedisine, köpeğine el sürünce coşuyor yüreğim.
Bir haftada üç ayrı bölgeyi dolaştım. Marmara, Ege ve Akdeniz.
Oyunlar oynadım, sahne gösterilerine katıldım, söyleşiler yaptım.
Anadolu’da seçim heyecanı yok.
Yurttaşlar AKP-MHP gericiliğinin ülkeyi nereye savurduğunu tüm detaylarıyla biliyorlar ancak sandık yoluyla bu kâbustan kurtulabileceklerine dair bir damla bile inanç taşımıyorlar.
Çanakkale’deydim, rüzgârı rüzgâr, güneşi güneş, maviliğin içinden hırçın akan köpük köpük lacivert bir su.
Yürekleri zeytin karası gibi üzüm kokulu insanlarıyla dostluklar çoğalttım.
Önce Elleriniz Ve Yalana Dair deyip şiirli-şarkılı bir buluşmayla şenlendik sonra Sanatın Direnişi Direnişin Sanatı söyleşisinde çoğalıp şiir olduk.
Anadolu’nun hangi kentine gidersem gideyim oyun sonlarındaki ilk merhabanın ardından isyan eder gibi bir yakınmadır başlıyor.
Mesele market-pazar fiyatlarını filan aşmış durumda.
Ülkemin tüm dağlarındaki, ovalarındaki kır çiçekleri gibi, insanlığın yan yana, can cana yaşadığı yerdir Ege.
-Dağ fare doğurdu ağabey.
-Dağ varmıydı ki fare doğursun, ormanı kesilmiş, su kaynakları kurutulmuş, hiç bir yaşam belirtisi yok, başında bulut bile kalmamış.
-Çorak.
-Hayır, çölleşmiş bir tepe.
-İyi ama ne olacak böyle milyonlarca insan umut bağlamış durumda bu çölleşmiş tepeye, nasıl olacakta yeşerecek, değişip gelişecek, yeni bir hayat kurup çoğalacak.
Din simsarı şarlatanlığa karşı erdemli insanlığın gösterdiği tepkinin hiç de azımsanmayacak bir güç olduğunu, gerçeğin peşinde olan yazılı-görsel basının gücünün ise karanlığın ortasında ışık yakmak olduğunu bir kez daha anladım.
Bana yaşatılan adaletsizliğin kendilerine de yaşatıldığını, “suça ortak olmak” istediklerini söyleyerek bağıran insanlığa şükran borcum var.
Emir verilmiş uygulanıyor.
AKP elinde tuttuğu hiçbir gösteri salonunu, babasının malıymış gibi, kendisi gibi düşünmeyen, kendine hizmet etmeyen hiç bir etkinlik için vermiyor.
Aynı şey tüm üniversite salonları için geçerli.
Ele geçiremedikleri sanat alanlarının önünü yasakçılıkla kesmenin en basit yolu.
Artık adaletsizlik, hukuksuzluk bahsi hiç kimseyi ilgilendirmiyor.
Alıştırıldı ülke.
2018 yılını yazayım istedim.
Yazamadım.
Sevinçleri boğulmuş, acı kuşatmış içimizi dışımızı.
Şöyle ağız dolusu gülmeyi unutturmuşlar.
Hep hüzün arkadaş hep hüzün.
Şairler ölmüş, ressamlar ölmüş, edebiyatçılar ölmüş, oyuncular düşmüş tek tek toprağa, dostlarım kanat çırpmışlar gökyüzünün maviliğine.
12 Eylül faşist darbesi yılları, ülkede sokağa çıkma yasakları uygulanıyor. Akşam hava kararır kararmaz ülke sahipsiz mezarlık gibi ıssızlaşıyor.
Devriye gezen jandarmalar her yurttaşa kimlik soruyor, kazara kimliğin yanında değilse karakollara, kışlalara yollanıyorsan, neredeyse sokak kedilerine, köpeklerine bile hayat hakkı tanımayacaklar.
-Fransa’da halk sokaklara çıktıkça dünyanın dört bir yanındaki diktatörler ve eşitlik-adalet-özgürlük arayan insanlığa karşı kin, nefret ve düşmanlıkla varlıklarını sürdüren uşaklık uykusuz geceler geçiriyorlar.
-Haklılar başlarına bu tür bir ‘bela’ gelmesi hiç hoş olmasa gerek.
Günlerden pazar, aralık ayındayız ama havada bahar sesi var, güneş gri bulutların arasından sevinç saçıyor, yine vapurun kıçında elimde çay bardağı ardımızdan uçuşan martılara bakınıyorum, ben yaşlarda yeşil paltolu bir hanım elindeki torbadan ekmek kırıntıları attıkça bir telaştır başlıyor, yaylıları inleyen senfoni gibi.
- Son kuşatma için bütün hazırlıklar tamam deniyor ağabey, AKP 31 Mart seçimlerinde yerel yönetimlerde de imparatorluğunu ilan edecek ve ülke tepeden tırnağa ele geçirilecek diye büyük bir algı var.
- Kötü senaryo ama elbette ki hedefleri budur.
Günlerden 25 Kasım 2018 Pazar.
Fransa’da insanlar sokakları, meydanları doldurmuş akaryakıt zamları ve hakları için direniyor Macron hükümetinin istifasını istiyorlar.
Memleketin ateş içinde olması yeni bir durum değil.
Kar altında donmaya terk edilen tonlarca şekerpancarı, alıcısı olmadığı için depolarda kuruyan binlerce ton fındık, para etmediği için toplanmayan çay, dalında kalan narenciye, sokaklara dökülen süt haberlerini izlemişsinizdir.
Ortada; içinde kardeşlik, aşk, barış, eşitlik, bilim-sanat ve hayat olan bir gemi varmış gibi, adeta sıraya girdiler ve “aynı gemideyiz” diyerek güverteye kadar koşturuyorlar.
İsimlerin şaşırtıcı olduğu kesin.
Şimdiye kadar “bizim” denilen bu insanların ne denli “bizim” olup olmadığını filan sorgulayacak değilim.
Cihangir merdivenleri; avlularında bin bir sevinç ve hüzün barındıran evlerin, şarkıya durmuş ağaçların, saklı kalmış balkon çiçeklerinin, yavrularıyla oynaşan mutlu kedilerin, ardınızdan seğirten köpeklerin arasından koşar gibi denize akarlar.
Yaşanmış aşkların şiir olduğu basamaklardan söz ediyorum. Her adımında karınca ürkekliğinde gizli yalnızlıklar olan.
Eşitlik varmış gibi, özgürlük varmış gibi, laiklik varmış gibi, adalet varmış gibi, barış ve kardeşlik varmış gibi yapıyorsunuz.
Dereler, ormanlar, nehirler, dağlar, ovalar, fabrikalar, tarlalar, kentler, kültürel varlıklar talan edilmemiş gibi yapıyorsunuz.
Kurum ve kuruluşlarımız teslim alınmamış gibi yapıyorsunuz.
Bir avuç asalağın dışında bütün bir ülke olarak enseyi karartmış bekleşiyoruz.
Hani öyle işler yolunda karınlarımız tok, sırtlarımız pek olduğu için ya da adaletli, huzurlu, gelir dağılımının eşit olduğu, cezaevlerinin boş, eğitim ve sağlık sistemi başta olmak üzere her şeyi düzgün bir ülkede olduğumuz için değil.
Dur bakalım ne olacak bekleşmesi bu!
Okumuşsunuzdur sarayın oluşturduğu kurulların listelerini.
Ülkemde halk yoksulluk ve işsizlik ve adaletsizlikle, yolsuzluklarla pençeleşirken 12 bin TL maaşla onlarca yandaşa yeni bir kapı aralandı.
İçlerinde eski vekiller, eski parti üyeleri, eski bakanlar, bürokratlar, Profesör, Doçent, Artiz, Arabeskçi sıfatlı onlarca isim var.
-Onu bunu bilmem arkadaş.
1.5 ay önce 21 lira 75 kuruşa aldığım tuvalet kâğıdını dün 42 liraya aldım, bir damacana su 8 liradan 12 liraya çıkmış. Zeytinden peynire, sıvı yağdan deterjana kadar ne varsa hepsi iki katı.
Doğalgaz ve elektrik faturaları bu ay zamlı gelecek ve hep birlikte göreceğiz kazığın rengini.
Vapurda karşılaştık, sokuldu yanıma, elinde tuttuğu sazın ne olduğunu sordum.
-Tar bu ağabey, bilir misiniz bilemedim ağlar gibi ses çıkarır, hüzün doludur içi dışı. Benim müzik aletleri yapıp sattığım bir dükkânım var Unkapanı’nda, tamirlerde yapıyorum. Bu Tebriz’den gelmişti, en az 120 yıllık. Satışını yaptım, elden teslim edeceğim.
-Açabilir misin kılıfını?
Çin Halk Cumhuriyeti Pekin’de yeni bir havalimanı yapıyor.
Adı Daxing.
Dünyanın en büyük havalimanı olacak ve 2019 yılında açılacak.
Tesadüf bu ya Daxing Pekin’deki 3. havalimanı.
Terminal alanı 700 bin metrekare.
Yaklaşık 100 futbol sahası büyüklüğüne eşit.
İki yıl oldu. İki koca yıl…
O kara günden bu güne ülkem karanlığın içinde kıvranıyor, meydanlar boş, umutlar bölük pörçük, sevinçler yitik.
Tarık Akan “Bu öyle bir virüs ki kardeşim işler insanın beynine, birlik olmazsan kurtulamazsın, yer bitirir umudunu” derdi.
Salgın sardı kuşattı memleketi ama umudumuzu hayır.
İkisi de birer yıl arayla, aynı gün ve aynı ayda göçüp gittiler bu her yanı ışıklı dünyadan.
İkisi de yoksul çocukları ama öylesi miraslar bıraktılar ki geriye şimdilerde izlerini sürenler bahtiyar.
Biri Yılmaz Güney, diğeri Erkan Yücel.
Enflasyon, devalüasyon, zamlar, kur kaptıkaçtısı, şarbon, ABD, AB, Suriye filan derken artık işi halkın tamamını aptal yerine koymaya kadar vardırdılar.
Ülke yangın yeri ama sorumlular kendileri değil!
Hep suç başkalarında, “dış güçler, faiz lobisi memlekete düşmanlık ediyorlar” diyor adam.
Bakan bu bakan.
Beyoğlu Yeni Türkiye’nin nasıl bir ülke olacağının görünür yüzüdür.
Tüm kültürel hayat, ortak yaşam alanları tek tek budanıyor.
Taksim Meydanı, meydan olma özelliğini yitirdi açık adıyla bir Çıfıt çarşısı.
Geceleri ise insan pazarı.
İstiklal Caddesi'nden esnaf kaçıyor.
Kiralık ve satılık dükkân sayısı 351.
En kutsal ve en kurtarıcı olan din, saltanat sürücülerin süsleyip-püsleyip oluşturduğu ve milyonlarca insanı inandırdığı dindir.
Bu öylesine sihirli bir güce sahiptir ki her şeyin üstünü örtebilir.
Darbe olur, önce işçilerin emekçilerin hakları tırpanlanır, sonra sanat ve kültür yaşamının kolu kanadı budanır, hayat suskunlaştırılır.
Tüm sıkıyönetimlerin, OHAL adlı faşist dayatmaların görevleri de aynıdır.
Ekonomik kriz denilen yiyicilerin talan sıkışması da aynı görevi görür.
48 yıl öncesine savrulduk.
Yani 12 Mart faşist darbesi yıllarına.
Sıkıyönetim koşullarında; ülkenin tüm değerlerinin asker postalları, tanklarıyla, polis coplarıyla, zindanları ve işkence haneleriyle çiğnendiği, sanatın zincirlendiği, umut arayan işçinin emekçinin kelepçelendiği, tüm hak ve özgürlüklerin tırpanlandığı o kara günlere.
Nereye doğru savrulduğumuzun tüm verileri ortada ama bu kimselerin umurunda değil.
Ülke tepetaklak yuvarlatıldı.
95 yıllık kurumlar, kurumlar arasındaki ilişkiler, çalışma yöntemleri artık çöp.
Cumhuriyet kurulduğu günden beri bu günlerin düşünü kuran kadro işbaşında.
YSK başkanının itirafındaki gibi “Biz imam hatipliler altın çağımızı yaşıyoruz.”
Güneşin hayata ilk merhaba dediği saatlerde bir ılgın ormanı içinde oldunuz mu hiç?
Gece boyu ağlamış olmanın yalnızlığı gibidir ağaçların her biri.
Orman diyorum orman, ılgın ormanı.
Öyle üç beş ağaç değil yüzlercesi koyun koyuna. Üç yüz yaşında olanları da var üç yaşında olanları da, üç aylık olanları da.
Yayınlanan kararnamelere şaşırıyor ülke, niye ki?
Cumhuriyet’in nasıl yıkılacağı ve yerine kurulacak sistemin nasıl oluşturulacağı referandum ile oylanmadı mı, önce OHAL ile çıkarılan yasalar tek tek yürürlüğe girip uygulanmadı mı, ardından yapılan seçimlerle bütün değişiklere evet denmedi mi?
Sakarya Pamukova’daki tren kazasında 41 kişi hayatını kaybetmişti.
Dönemin TCDD genel müdürü 24 Haziran’da vekil yapıldı.
Aynı dönemin Erzincan vekili Binali Ulaştırma Bakanı iken Başbakan yapılmıştı.
Bu ve benzeri her kaza, her katliam, her yolsuzluk, her düzenbazlık sonrası onlarca ödüllendirme sıralayabiliriz.
Hasretlik bu eğdiriyor insanın başını.
Ufka bakıp, batan güneşin içinde arıyorsunuz dünün yaz akşamlarının şiirlerini.
Hüzün düşüyor alnınızın orta yerine, anımsıyorsunuz.
86 yılının haziran ayında bir saksağan sevincidir hayat, uçup geliyor dünden bu karanlık günlere, gelmez olsun.
Gecenin körü, sokaklardan yükselen korna seslerine silah sesleri, kurt uluması sırıtkanlığına tekbir getirenlerin küfürleri karışıyor.
Sokağa çıktım.
Karıncaların su içtikleri yer nerededir bilsem oraya kadar yürümek istiyorum, olmadı bir kayıkhanede sabah türküleri dinleyip, üstüme güneş doğana kadar avazım çıktığınca bağırmak.
Çaldığımız her kapıda, toplantılarda, kahvehanelerde, meydanlarda "neden aday oldunuz" ve "niye bağımsız adaysınız" sorularına verdiğim yanıtlar, yurttaşları ikna etmiş olursa mutlanacağım.
Sabahın ilk saatlerinde, iş ve okul çıkışlarında ellerinde bildiriler, gazeteler dillerinde eşit ve özgür bir gelecek olan yüzlerce komünist genç yürek ise daha çok mutlanacak.
Kan, kin, nefret, düşmanlık nutukları atıldığında sustunuz.
Evlerinin yatak odalarından, tuvaletlerinden kasa kasa, kutu kutu çıkan kaynağı belirsiz paralar, faizleriyle iade edilirken sustunuz.
Ormanlar, ovalar, dereler, nehirler, göller, yaylalar, köyler, kentler, sahiller, madenler, fabrikalar talan edilirken sustunuz.
Hakaret davasını açtığı günden beri peşine düştüm.
Yaklaşık altı ay öncesinden “Duruşmaya gel, sana söyleyeceklerimi yüzüne karşı söylemek istiyorum” diye çağrı yaptım.
Yanıt vermedi.
Bir ara davayı açan savcılık bir nevi barıştırmak olan aracı mahkeme için çağrı yaptı. Kabul etmedim “Duruşma istiyorum, mahkemeye gelmesini sağlamanızı istiyorum” dedim.
- Yalanı daha da büyütüyorlar. Yol yaptık, tünel yaptık, köprü yaptık artık demode oldu. “Bunlar gelirse yaptığımız yolları, köprüleri tünelleri balyozlarla parçalayacaklar” diyorlar.
Artık devlet kapısı diye bir kavram yok.
Yaşadım tanık oldum.
Düne dair Cumhuriyet kurumlarının tüm devamlılığı yıkılmış, yerle bir edilmiş. Devlet kapısı dediğin olmuş AKP kapısı.
Siz siz olun varsa eğer tapularınıza, diplomalarınıza, üstünde TC mührü, damgası olan belgelerinize sahip çıkın.
Susalım öyle mi, birileri çıksın bu çürümüş düzenin sürdürülmesi için pazarlıklar yapsın ama bu ülkenin işçileri, emekçileri, ezilenleri, aydınları sussun.
Aman ha sakın katilden, hırsızdan, talancıdan, yalancıdan, düzenbazdan, din tüccarından, savaş seviciden, tecavüzcüden, işçi, öğrenci, kadın, çocuk, sanat, sanatçı düşmanından, bahsedilirse “ayrışırız” öyle mi?
- Tut şu ipin ucunu... Yürü şimdi dört adım ileri... Gergin tut gergin.. İşte tam oraya çak o kazığı ve ipi sıkı bağla... Kördüğüm atma sökerken kolaylık olsun.
- Büyük mü bu, kaç kişilik?
- İçine kulis yapacak kadar büyük. Haydi, gel şimdi diğer tarafların kazıklarını çakalım.
- Bir yandan şu bizim sahneyi ezber mi geçsek?