Üç gün…

Her ay en az beş yeni yerli film vizyona giriyor.

Alan bereketli!

Öyle ki, yapımcılar filmlerini oynatacak salon, dağıtacak şirket bulmakta zorlanıyorlar.

Bu filmlerin düzeyleriyle ilgili tartışmaları, şimdilik bir köşeye koyarak alandaki sömürü çarkına bir kez daha dikkat çekmek istiyorum.

Artık, sinema dediğimiz yaratı alanı, öyle ‘iki kalas bir heves’ ile işlerin kotarıldığı bir alan değil, profosyonel dünyanın ‘para kazanmak için yatırım yaptığı’, ciddi girdiler elde edilen, küçük ama önemli bir sektör.

Fakat nasıl oluyorsa oluyor, ‘yapımcı belgesi’ alan her şirket, her birey film çekmenin peşine düşüyor.

Peki ekonomik kıskaç içinde inim inim inlediğimiz, yokluğun, yoksulluğun, işsizliğin ve de yolsuzluğun can yaktığı şu süreçte, bu kadar film nasıl yapılabiliyor?

Bakanlık desteğimi artırıldı, sermaye çevreleri film sponsorluğu konusunda bir devrim mi yaşıyor, Avrupa fonlarından paracıklar mı yağıyor, her şeyin çözümü için adres gösterilen 2010 şirketi para mı saçıyor yoksa yapımcıların çok paraları var da, bu sanat alanını hak ettiği o saygın yere getirmek için özel çabalar mı harcıyorlar?

Hayır.

Hiçbir akli yapımcıyı suçlamak istemem ama söyleyelim, bu filmlerin yüzde doksanı emek hırsızlığı yapılarak çekiliyor!

Şimdiden “olur mu öyle şey, kuruşu kuruşuna ödedik insanların paralarını, ne yapalım bütçemiz bu kadardı” gibi tuhaf ve mesnetsiz seslerin yükseldiğini duyabiliyorum.

Ancak, sorunun temelini işaret etmek için sıralayacağım aşağıdaki sorunların hemen hepsi yanıtlar bekliyor.

1) Hangi yapımcı, çalışanlarıyla sözleşmeler yapıp, yaratıcılarını sigorta ettiriyor.

2) Hangi yapımcı, çalışanlarını asgari insanı koşullarda çalıştırarak ücretlerini verebiliyor, vergilerini ödüyor.

3) Hangi yapımcı, tüm yaratıcılarının telif haklarını kabul edip, yürürlüğe koyuyor.

4) En önemlisi hangi yapımcı, alandaki tek örgütlü yapılaşma SİNE-SEN ile uyumlu çalışıyor.

Artık, içi içe geçip kör düğüm olmuş bu dört temel kuralı yerine getiren yapımcı firmaların adlarını saymakta zorlanmayız ancak, kuralları uygulamaktan ‘özenle’ kaçınan firmaların adlarını sıralamak da sayfaları doldurur.

Buna nasıl izin veriyoruz?

Nasıl oluyor da, yapımcılığını emek hırsızlığı üstüne kurmuş bu tür firmaların işlerinde ‘çalışanlar’ olabiliyoruz?

Birlikte sorgulamamız gereken temel soru bu olsa gerek!

Bizler, ışık-ses-kamera-set-reji-ulaşım-prodüksiyon-sanat-oyuncu-yardımcı oyuncular--senaristler ve yönetmenler sırtımızda ‘asalak keneler’ beslemekten mi hoşlanıyoruz?

Dünyada bu alanın nasıl işlediği konusunda bir çok bilgiye sahip olduğumuz halde ve de sendikamızın koyduğu kurallara karşın, sömürülüp posalarımızın çöpe atılmasına neden izin veriyoruz?

Neden, bu kirli çarkın emeklerimizi ezip yok etmesine suskun kalıyoruz?

Kim yada kimler alıkoyuyor bizlerin haklarımıza sahip çıkmamıza?

Kendimize mi güvenmiyoruz, yoksa mesleğini benimsemiş, özümsemiş yaratıcalar mı değiliz?

Bu sorular çoğaldıkça ‘sinema nasıl yapılacak peki’ gibi anlamsız oyun bozucu seslerin çoğaldığını duyarız!

Bırakın yapılmasın o zaman.

Bırakın bu yapımcı beyler kendileri yazsın, kendileri çeksin, oynasın, montajlasın sonra da oturup kendileri seyretsinler.

Kaybeden kim olur?

Direnir haklarımızı talep edersek, bu kadar abuk-subuk işin üretildiği, bunca kirliğinin toplumu kuşatmasına, alt-üst etmesine, kafa karışıklığının yaratılmasına hizmet edildiği bu alanda, bu beylerin ellerindeki oyuncaklarını almış olmaz mıyız.?

Sorgulamayacağız dedik ama bir kaç cümle ile tanımlayalım.

Bu gün üretilen sinema filmlerinin kaç tanesi ülke gerçekliği ile örtüşüyor?

Bu yapımcı hanımların- beylerin, eşitlik-özgürlük-barış gibi tüm bir toplumun canını acıtan, halkın yoksullaşmasına, sömürülmesine, ötekileştirilmesine karşı sözünü söyleyen, örgütsüzleştirilmesine, tüm ortak değerlerinin özelleştirilmesine-alınıp satılmasına, birilerine peşkeş çekilmesine, hukuk üstündeki pis oyunbazlıklara, gözümüzün önünde işlenen toplumsal cinayetlere, düşünce özgürlüğüne dair söyleyecekleri yok mu?

Nerede o zaman, insan olmanın erdemi?

Ben sendikam SİNE-SEN’i, “Yılmaz Güney’in iz sürücüsü örgütüm” olarak tanımlaya geldim.

Emekçi haklarının, hem kendisi için hem her çalışma alanındaki bireyler için savunucusu, mücadele edeni ve bu bayrağı alanlara taşıyıcısı olarak gördüm.

Acı-Umut-Arkadaş-Yol-Sürü-Duvar filmlerinin ve nicelerindeki toplumsal duyarlıkların, sinemamıza rehber olduğunu düşündüm.

Bugün buna, her zamankinden daha çok gereksinmemiz olduğunu gözlemliyorum.

Çıkışında bu devrimci damarda gizli olduğunu, hakların verilmeyip, mücadeleyle alındığını, zamanında bu anlamda çok olgun olduğunu varsayıyorum.

Dünyalı meslektaşlarımızın bu anlamda önümüze bir değil bin ışık yaktıklarını da görüyorum.

Birlikte düşünelim.

Tüm sorunlarımızı ve çözüm önermelerimizi alt alta sıralayarak çok değil, yalnızca ÜÇ GÜN hiçbir alandan, hiçbir yaratıcımız setlere GİTMEZSEK neler olur?

[email protected].