Günler ağır…

Dünden bugüne yaşam renklerini yitirerek geliyor.

Sıcak merhabalarla hayatınızda yer etmiş birçok dost, bir başka sabah, hazan yaprağı gibi salına salına süzülüp gidiyor.

Öyle bakakalıyorsunuz.

Ölüm kalleş. Yüreğinizin taaa orta yerine saplanıyor.

Her mevsim, elleri umut, sevinç ve yürekleri uçsuz-bucaksız maviliklerce kuşatılmış nice dost yürek, tek tek düşüyorlar toprağa.

Henüz yaşıyoruz ve hayata tanıklık ediyoruz ondan olsa gerek, bu alıp başını gidişler benim canımı yakıyor.

Kızıyorum dostlarıma.

Pos bıyıklarının altından kahkahalarla gülen, haksızlıklara ağız dolusu küfürler savurup, ürettikleri ile yanıt veren Ali Taygun mesela, bir erken ölüm değil midir?

78 Sonbaharında tanımıştım.

Ankara Çağdaş Sahne, o fırtınalı yılların dolup taşan salonuydu.

Kulislere inen merdivenlerin ilk açıldığı kapının ardındaki büyük masanın bir başında o oturuyor, çevresinde bizler.

Masanın orta yerinde bir Nazım kitabı duruyor. Bilgi yayınevince basılmış, Abidin Dino’nun çizgileri ile bezeli, KUVAYİ MİLLİYE.

Kitabı işaret ediyor Ali, “Oyunumuz, bu destan sevgili arkadaşlarım!”

Oyuncular için yeni bir oyun, anlatması zor bir sevinçtir. Birden eller titrer, ses tınıları değişir, yürekleri kıpırdar, ıslık çalan, kahkahalar savuran çocuklar gezinir bedenlerinde.

“Büyük bir fabrikanın şantiyesi gibi düşünün sahneyi, her yer inşaat malzemeleri ile dolu, İşçiler kendi aralarında konuşur gibi okuyacaklar destanı. Ara metinler olacak, bir kısmı yazıldı, bir kısmı yazılacak, diğer bir bölümü de provalar sırasında şekillenecek. Hepimize kolay gelsin.”

O günden sonra değişik okuma sesleri yükselmeye başladı salondan. Kulislerin birinde Erdinç Bora, Köksal Engür, Nuri Gökaşan başka birinde ben, Gülsen Tuncer, Metin Coşkun. Serpil İnanç, Yaman Altınok. Ömer Özgeç’in odasından gitar, flüt, obua sesleri sahnenin üstüne taşıyor.

“Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar

korkak,

cesur,

cahil,

hakim

ve çocukturlar”
Ara metinler monte ediliyor destana ve ‘FABRİKALARDAN KUVAYİ MİLLİYE DESTANI’ adıyla şekilleniyor oyun.

Ali Taygun’un kaleme aldığı metinler, günümüze de ışık tutan zenginliktedir.

Ali, TKP-TİP geleneğinin iz sürücü dostlarımızdan biri olarak bilinir ve tiyatroda gerçeğin izini süren, cesur, çağdaş, çarpıcı bir devrimciliğin peşinden koşardı. Dünya tiyatrosunda olup-bitenleri yakından izlerdi. Toplumların devrimci davranışlarını izlemek, sanatsal yaşama güç katıyor, geliştiriyor ve öğretici oluyordu. Bu politik heyecan, dönemin birçok oyuncusunu kuşattığı içindir ki, sürecin tiyatrosu ciddi anlamda değiştiricidir.

Salonlar tıklım tıklımdır. Öğrenciler, işçiler, memurlar adeta oyun izleme yarışında gibidirler. Seyirci ile oyuncular, aynı özgür dünyayı düşünürler ve aynı mavi gök için birlikte şarkı söylerlerdi.

Evet doğrudur. Okunurdu. Ne bulunursa okunurdu. Tüm klasikler en çok bu dönemde okunmuştur. Rus, İngiliz, Fransız, Alman edebiyatı gündelik yaşamın tartışma konusudur.

Türk Edebiyatı, coşkun ve sevinçli bir telaş içindedir.

Şiir, yakmıştır mendilin ucunu. Müzik, meydanlara taşmaya başlamıştır.

Yaşam, sevinç yağmurudur. Şairlerle, oyuncular, yazarlar sımsıcak dosttur.

Oyuncu arkadaşlarımın da, benim de kitapçı dostlarımıza borcumuz vardır. Ben, halen Zafer Çarşısı içindeki, kapısı kitaptan kapanmayan dükkan yüzünden, Remzi İNANÇ ağabeyime borçlu olduğumu biliyorum.

Evet tartışılırdı. Gündelik siyaset ve devrimci davranışlar kulislerin vazgeçilmeziydi. Dahası, tiyatrolarda fraksiyonlar vardı. Oyuncular, farklı farklı sosyalist yapılaşmalara inandıkları için, birbirleriyle amansız politik kavgalar yaşardı.
Yani hayat hep taptazeydi, gerçek ise hep aranan.

Sokaklar, cıvıl cıvıl devrimci. Meydanlar bahar dalı. Yüreğiniz zenginleşiyor, içinize işleyen gümbürtüyle.

İşte Ali, bu hayatın kalbinde gezinenlerden biridir aslında, bu yüzden Nazım şiirleri arasına bağlantı sahneleri yazarken çok dikkatlidir ve Vasıf Öngören gibi dostlarına danışmaya gerek duyar.

Oluşan metin can alıcı bir sorunu tanımlar Örgütlenme.

Bir fabrika inşaatında çalışan işçiler, iki ayrı sendika tarafından örgütlenmeye çalışılır. Dönemin sermaye çevrelerinin ve sistemin adını ‘kızıl’ koydukları sendika ile kızılların adını ‘sarı’ koydukları sendika arasındaki, iki işçi grubunun örgütlenme meselesidir sahnede tartışılan. Kızıllar sarılara destanı okurlar ve bağımsızlık ruhu birleştirici olup aynı safta buluşan işçilerin zaferi, oyuna noktayı koyar.

Provaların on beşinci günündeyiz masa başları sürüyor. Büyük bir kamyon yanaşıyor tiyatronun kapısına, yüksek gerilim hatlarında kullanılan, elektrik tellerinin sarıldığı o koskoca ahşap tekerlek biçimindeki malzemeler indiriliyor.

Gözlerimiz büyüyor. Ali dediğini yapmış.

İlk prova kapının önünde başlıyor adeta. Her oyuncu, bu birebir gerçek olan dekor parçalarına omuz veriyor. Kendimizi nasıl bir sahnenin içinde bulacağımızın ilk işareti oluşuyor o an.

Sahneye taşıyoruz. Çocuk gibi Ali. İstediği mekan biçimleniyor. Arkada bir iskele oluşturuluyor. Üstüne çıkılıp inilen ve her iki yandan merdivenleri olan 4 metre yüksekliğindeki bu köprü, oyunun atar damarıdır.

Ali, dekorun içinde gezinmemizi, bu sanayi ürünü malzemelere dokunarak, hissederek tanışmamızı istedi ve bunu yılmadan günlerce yaptırdı.
Mizansen kendiliğinden oluşmaya başladı. Sahnede kendimizi, bir gerilim halinde ayrışan ve sonunda coşkuyla birleşen oyuncular olarak bulduk.

Bir sabah tiyatronun ışık yollarında kedi gibi dolaşan Ali Taygun’u buluyoruz. Sıkışıp kalmıştı yukarda. Yaman Altınok’la kahkahalara boğuluyoruz.

Bir deney olduğu için söylemek isterim, Ali’nin oyun için yaptığı ışık tasarımı, bu gün ödüller alan dostlarımın izlediği yoldur.

Ömer’den müzikler geliyor. Sahnede elinde gitar ilk kez, ‘Zafere Dair’ şarkısını çalıyor. Bir hoş oluyor hayat. Beş dakika sonra hepimiz mırıldanmaya başlıyoruz şarkıyı, sanki bin yıldır dilimize dolanmış bir ezgi ortaya çıkan. Seviniyor gönlümüz.

Nazım, yeniden ışıyor yüreğimizde.

54 gün çalışıyoruz. Oyun, Ekim ortası gibi can buluyor.

İlk gece, hepimiz şaşakaldık.

Salondan sloganlar yükseldi. ‘İşçiler birleşin, iktidara yerleşin’
Kuliste sevinçler birbirine karışıyor. Kucaklaşıyoruz. Ali’nin eli-yüzü kahkahalara bulanmış. ‘Yarın sabaha bir prova koyalım!’

Oyun önce salonda -bilmeyenler için yazmalıyım, orası şimdiki D.T ŞİNASİ SAHNESİ’ dir- sonra Gençlik Parkı Açık Hava Tiyatrosu’nda kapalı gişe oynandı.

Gala gösteriminden hemen sonra Ali İstanbul’a döndü. Yönetmen yardımcıları, Yaman Altıok ve Orhan Aydın imzalı ‘haftalık oyun raporlarını’ üç ay süreyle istedi ve posta yoluyla ilettik. Oyun ilk ayında yine Ali’nin isteği üzere, ‘final sahnesi’ için yeniden provaya alındı. Bu durumun, yönetmen disiplini açısından önemli bir örnekleme olduğunu düşünüyorum.
Yaşamın o günden sonrasında, Ali Taygun ile yolum yüzlerce kez kesişti.

Yaptığı onlarca oyunu alkışladım.

Siyasal çalkantılar, zaman zaman onu da savurdu. Ama, kucaklar dolusu dost gülüşü gözlerimde kaldı.

Uğurlanırken, Zeki ÖKTEN ağabeyin elini tuttu Ali.

Öyle sessiz, sakin, ağır bir yorgunluk içinde yok oldular.
“Günler ağır,

Günler ölüm haberleriyle

geliyor.

En güzel dünyaları

yaktık ellerimizle

ve gözümüzde kaybettik ağlamayı.”

[email protected]