Çıkışma…

12 Eylül faşist darbesi yılları, ülkede sokağa çıkma yasakları uygulanıyor. Akşam hava kararır kararmaz ülke sahipsiz mezarlık gibi ıssızlaşıyor.

Devriye gezen jandarmalar her yurttaşa kimlik soruyor, kazara kimliğin yanında değilse karakollara, kışlalara yollanıyorsan, neredeyse sokak kedilerine, köpeklerine bile hayat hakkı tanımayacaklar.

Sinemalar, tiyatrolar, meyhaneler ve tüm eğlence yerleri kapalı. 

Faşist Kenan’ın emrindeki TRT dışında haber alma ağı yok. 

Gazetelerin birinci sayfalarında sıkıyönetim bildirileri yayınlanıyor, köşe yazıları, haberler sansürlü.

Memleket sus-pus.

Gecenin kör karanlıklarında evler basılıyor, insanlar öyle birer ikişer değil onlarcası, yüzlercesi birden gözaltı yapılıp işkence hanelere yollanıyor.

Gidenden haber almanın hiçbir olanağı yok.

Yurttaşlar emniyet ve cezaevleri önlerinde çocuklarını, kardeşlerini, analarını, babalarını arıyorlar.

Kapılar paslı demirden duvar.

Haber bültenleri yalnızca sıkıyönetim komutanlıklarının yasaklar içeren bildirileri, mehter marşları ve kahramanlık türkülerinden ibaret.

Faşizmin ‘av sahası’ büyük.

Tüm yaşamları boyunca ellerine tek bir kez olsun silah almamış olan akademisyenler, aydınlar, yazarlar, sanatçılar ve elbette devrimci gençlik, işçiler, sendikacılar, öğretmenler.

Yalnız sokaklarda değil fabrika önlerinde, üniversitelerde, tüm okullarda ve devletin adının yazdığı her kapıda silahlı askeri birlikler bekletiliyor.

Halk faşizme teslim olmaktan memnun!

“Her gün onlarca insan ölüyordu, bıktık bu sağ-sol çatışmasından, ordu görevinin başındadır ve ülke huzura ermiştir.” ana söylemdi.

Darbe öncesi ülkeye yaşatılan kirli oyunun asıl sorumlularının kimler olduğu, kan kusan çetelerin kimlerin emri ve desteğiyle neler yaptıkları, işlenen yüzlerce cinayet, aydın katliamları kimsenin umurunda değildi.

Faşist Kenan tüm demeçlerinde solu sosyalistleri, devrimcileri suçlayan nutuklar çekiyor, yaşananların sorumlusu  “Komünist vatan hainleri ve arkasındaki dış güçlerdir.” diyordu.

Düşmanlık büyütüldükçe büyütülüyor, aydınlanmanın tüm damarları budanıyor, eğitimden sağlığa hayatın her alanı köreltiliyor, susturulan üniversiteler esir alınıyor, sessizlik erdem olarak ilan ediliyordu.

Sonrası derin keder günleridir, idamlar, işkencede katliamlar, gözaltında kayıplar.

Her biri belgeli ve kanıtlı biçimde tarihe kaldı.

Faşist Kenan ve general bozuntularından, işkenceci alçaklardan, omuzu pırpırlı ya da kalabalık binlerce soysuzdan hesap sorulmadı.

Bugünün Türkiye’si o iklimin bağrından fışkırıp geldi. 

Bahsi uzatmayalım.

Eğer bu ülke o alçaklıktan, yani bu vatana en büyük kötülüğü yaşatmış olanlardan hesap sormayı becerebilseydi bugün aydınlık bir ülkenin yurttaşları olarak erdemli ve vicdanlı bir çoğul halinde yaşıyorduk.

Ne o bataklıkta büyüyen gericilik böylesi fışkırmış, ülke kurum ve kuruluşları ile işgal edilmiş olurdu ne yazarı, sanatçısı, aydını sus-pus olurdu.

Tren kaçtı diyenler ise aldanırlar.

Kardeşliğin, eşitliğin ve özgürlüğün, erdemli insan olmanın treni hiçbir zaman raydan çıkmadı.

Ne saltanat höykürmeleri, ötekileştirme ve düşmanlıklar, ne faşist Kenan’ın izinden giden madrabazların ne gericiliğin bataklığındaki farelerin buna gücü yetmeyecektir. 

[email protected].