Biri Yılmaz Güney, diğeri Erkan Yücel...

İkisi de birer yıl arayla, aynı gün ve aynı ayda göçüp gittiler bu her yanı ışıklı dünyadan.

İkisi de yoksul çocukları ama öylesi miraslar bıraktılar ki geriye şimdilerde izlerini sürenler bahtiyar.

Biri Yılmaz Güney, diğeri Erkan Yücel.

Bu iki coşkun yüreğin yalnızca ölüm ayları-günleri değil örtüşen, kavganın orta yerinde kucaklaşanlar hayatı yeşertirken de buluşabiliyorlar.

İkisi de kahrolası faşist dayatmalardan paylarına düşenleri aldılar.

İkisi de cezaevlerini yaşadı, ikisi de ürettikleri yüzünden yargılandı, yasaklandı, düşman ilan edildi.

İkisi de yılmadılar.

Hem içeride hem dışarıda bıkmadan, usanmadan hiç bir baskı ve zulme boyun eğmeden insanlığın barışık geleceği için ürettiler.

İkisi de, "sanatın büyük yoksulluğun ve ezilmişliğin en güçlü silahı olması için" yaşadılar.

İşçilere gönül verdiler grev halaylarında omuz tuttular, topraksız köylülere sevdalandılar, birlikte eşitlik türküleri söylediler, gençlere katıldılar, okul avlularında boykotçu oldular, emekçi halkın ellerinden tuttular, umut oldular, meydanlardan özgürlüğün-eşitliğin şiiri olup taştılar.

Biri sinemanın bu topraklarda yaşamış en güzel kızıl ışığı, diğeri tiyatronun karanlıktan yobaza sıkılan yumruğu.

Tuhaftır yolları kesiştiğinde ayrı düştüler.

Bir filmde birlikte olmaya karar vermişken hayat onları başka bir kucaklaşmanın içine savurdu.

Endişe filminin açılış sahnesinde tarlaya işçi taşıyan kamyonun arkasında oturan Yılmaz Güney’dir ama filmde rolü oynayan Erkan Yücel.

Erkan içeri düşen ustanın yüzünü güldürür, film Sanremo’da hem en iyi oyuncu hem en iyi film ödülü alır, faşizme bir kez daha yumruk atarlar.

Erkan’ın ödülden sonra Yılmaz Güney’i ziyaretini anımsıyorum, kır çiçekleri açmıştı yüzünde.

Elbette çok sözler edildi onlara dair.

İkisine de "komünist" dediler, ikisine de "dinsiz", ikisine de "vatan haini".

İkisi de övündüler komünist olmakla, inanç köleliğini yere çalmaktan onur duydular, reddettiler vatan satıcı sahtekârların yaftalamalarını.

Ürettiler Anadolu mutlu olsun diye.

Ürettiler barış olsun, kardeşlik olsun, bitsin bu kahpe devran diye.

Ürettiler dinsin acılar, ağlamasın analar-çocuklar diye.

Ürettiler insanlar özgür olsun diye.

Ürettiler herkes ekmek yiyebilsin diye.

Ürettiler sanat yeşersin hayatı kuşatsın diye.

Resim oldular, müzik oldular, şiir oldular, film oldular, oyun oldular kaldılar bugüne.

Yılmaz ağabey, 9 Eylül 1984 günü Paris’te yeni filmi için yatağında sancılar içinde ter dökerken ışık oldu.

Gidemedim, çok canım yandı.

Erkan Yücel, 9 Eylül 1985 günü Lorca’nın Kanlı Düğün'ü setinden dönerken Kuşadası’nda düştü toprağa.

Aynı gün Beyoğlu’ndan Yaman Okay’ın sesi yükseldi, “Erkan Yücel öldü, bu akşam trenle gidiyoruz, gelmezseniz siz bilirsiniz ama bilin ki Erkan, tabutun kapağını kaldırıp kimler gelmemiş diye bakar”.

Gidemedim, yola çıktım yığılıp kaldım.

Hayat mı yaşlanıyor, yoksa üstümüze düşen kirli yağmur damlaları mı çok canımızı yakıyor bilemiyorum ama bu dünya, bu ülke bu iki adamsız çekilir gibi değil.

[email protected]