İçimizdeki barışı kışkırtmanın tek yolunun da, örgütlenip kavgaya atılmaktan geçtiği gün gibi açıktır.

Barışı Kışkırtmak…

Türkiye tiyatrosu, kendi kavgasının içinden doğmuş bir yapı içerir.

Acılar, eziyetler, yasaklar, cezaevleri, tutuklanmalar, sahtecilikler yaşamış bu alan, kendi haklarını koruyan ve geliştiren ortak bir örgütlenme gerçekleştirmekte geri kalmıştır.

Bu durumun elbette sayısız nedeni vardır.

Bütün bir ülkenin içinden geçtiği siyasal süreç, her alandaki örgütlenmenin önünü tıkamış, dünyada eşi benzeri az bulunur yasakçı uygulamalarla bu durum yaygınlaştırılmış, işçiler, emekçiler, çalışanlar, emekliler, gençler örgütsüzleştirilmiş, giderek emekçi halkın hayat damarları kesilmiştir.

AB sürecinin dayatmalarını kendi siyasal çıkarları için kullanan 7 yıllık AKP hükümeti, örgütlenmenin engellenmesi için ne gerekiyorsa yapmasını bilmiş, iş yerlerinde, fabrikalarda ve tüm yaşam alanlarında yandaş sendikalar ve örgütlülükler üreterek önemli adımlar atıp, kazanımlar elde etmeyi becerebilmiştir.

HAK-İŞ örgütlenmesi bunun en iyi kanıtı olarak karşımızda durmaktadır.

Bu gün işçi sınıfı sendikal örgütlülüğünden yükselen ses, aslında 12 Mart ve 12 Eylül süreçlerinde çokça duyduğumuz seslerden farklı değildir.

Anımsarsak, darbeci faşist generaller DİSK’in kapısına kilit vurmuşlar sonra da alanlardaki örgütlenmeyi önce TÜRK-İŞ’e sonra, daha da yandaş örgütlenmelere kaydırmakta ustaca manevralar yapmışlar dipçik zoru ve “iş güvenliği tehditleri” ile sarı sendikacılığın palazlanmasına olanak sağlamışlardır.

Patronların ve tüm sermaye çevrelerinin gözetilen çıkarları ile darbecilerin amaçları ve de emperyalist tekellerin kanlı çıkarları örtüştüğü için de başarılı olunmuştur.

Tüm çalışma hayatımızdaki örgütlülükler gericiliğin ve faşizmin kuşatması altına sokulmaya çalışılmış, iş ve çalışma barışı darbeler yemiş, kurdurulmuş sendikaların ve yandaş örgütlerin büyükçe bir kısmı insan onuruna saldıran uygulamalarla adlarını tarihin kara sayfalarına yazdırmışlardır.

77 kanlı 1 Mayıs’ı devlet ile el ele vermiş bu gerici damarın da bir oyunudur.

Amaç, haklarını haykıran insanlığın geleceğini karartmak, toplumda yılgınlık ve suskunluğu hakim kılarak sermaye çıkarlarının bayraktarlığını yapmak ve yükselen devrimci-sosyalist dalganın önüne kanlı bir set kurarak iç barışı darmadağın etmektir.

Alanımız bu süreçte meydanlarda olmuş, işçilerin, emekçilerin, devrimcilerin yanında saf tutmuş ve örgütlü topluma olan inancını defalarca tekrar ederek sanatın değiştirici, barışık gücünü seslendirmiş, bu anlamda ürünler vermek için yoğun çabalar harcamıştır.

Önce TİSEN (Tiyatro İşçileri Sendikası) sonra SİNE-SEN (Sinema Emekçileri Sendikası) bu iç çatışmaları yoğun olan süreçlerin, sanatsal alandaki, başı dik ve onurlu bayrağı olmuş örgütlülükler olarak yaşam bulmuşlardır.

TYS (Türkiye Yazarlar Sendikası) ise alnı ak, namuslu aydın ve yazarların ortak direnme evi olarak hayat bulmuştur.

Her iki faşist darbenin, tüm baskıcı ve yok edici uygulamalarından alanımızda etkilenmiş, suskun toplum isteyen generaller, sermaye ve emperyalist odaklar amaçlarına ulaşmak için sanat ve sanatçılar üstündeki ayak oyunlarını, yeni yarılmalar oluşturarak sürdürmüşlerdir.

Bu dönemlerin hemen ardından ortaya çıkan dernekleşmeler ve vakıf yapılaşmaları ise, alan sorunlarını dile getirmekte güçsüz kalmış, sistem içi arayışlarla günlük iyileşmeler için, deyim yerindeyse adeta iğneyle kuyu kazılmıştır.

Bütün bu süreçte TBMM, tüm taleplere-önermelere kapılarını kapamış, alanın daha da boğulması için yeni uygulamalar gerçekleştirmiş, ‘sanatta yasakçılık’ devlet politikası haline getirilmiştir.

Bırakın büyük kentlerimizi Anadolu’nun herhangi bir kentinde oyun oynamak polis-savcılık izinlerine bağlanmış, baskılar toplumsal gerçekçi sanat ürünlerinin üstünde kara bir kırbaç gibi sallanmıştır.

AKP, işte bu süreçlerin ürünü bir siyasi organizasyon olarak ortaya çıkarılmıştır.

Esas olarak da, 12 Eylülden devraldığı ‘sanata ve sanatçıya düşman olma’ tavrının koruyucusu ve uygulayıcısı olarak kendi kitlesi ve yaratıcılarına hizmet vermek uğraşındadır.

Cemaat kültürünün o en geri uygulaması diyebileceğimiz ‘kendinden olmayana yaşam hakkı tanımama’ anlayışı, sistemli biçimde örülmüş, alanımızın tüm sorunlarına kulaklar tıkanmış, uygulamalara karşı çıkanların ise, başları ezilmek istenmiştir.

Yerel yönetimlerdeki sanat alanları yandaşlara sunulmuş, para kaynakları dinci cemaat ve vakıfların kasalarına akıtılmıştır.

Yarılmalar oluşturmak için sanatçılar içinden devşirmeler gerçekleştirilmiş, bazı kurum veya merkezlerin başına getirilen bildik isimler sayesinde ise suskunluk çoğaltılmış, tüm özlük haklarımız gasp edilmiş, salonlarımız yıkılmış, kapılarına kilitler vurdurulmuştur.

Bugün kentlerin merkezlerinden tüm sanat yaratıları ötelenmiş, insan hayatının o en büyülü gerçekçiliği sahipsiz bırakılmıştır.

Bu durumun oluşturduğu sorunlar sarmalı ise, sanat kurumlarını ve yaratıcılarını ‘yaşanmaz’ duruma kadar itelemiştir.

Hem Devlet Tiyatrolarında, hem Şehir Tiyatrolarında belli yasa ve tüzüklerle sanat üretmeye çabalayan dostlarımızla, profosyonel-amatör ve üniversite tiyatrolarında kavga sürdüren yaratıcılarımızın arasında ortak bir köprü olmaması, sorunları ayrıştırmış ve zamanla dağ gibi büyüyen alandaki karmaşa içinden çıkılmaz bir hal almıştır.

Bu gün tiyatromuz da kriz, her anlamı derinliğine yaşanan bir olgudur.

Hep birlikte, anlımızın akıyla içinden çıkabileceğimiz yeni bir devrimci durumun yaratılması ise, tüm alanımızın çıkış kapısını da sonuna kadar aralayacaktır.

Önemli olan, güç birliğini yaygınlaştırarak, dayanışma geleneğini yeniden ortaklaştırmaktır.

Bunun için yapılacak her eylem, her girişim, her çağrı bizleri birleştiren ortak hattın ekseninde çoğaltacak ve sistemle hesaplaşmanın asal örgütlülüğünü doğuracaktır.

Urla buluşmasının ardından İstanbul’da toplanan Tiyatro Kurultayı, şimdi ikinci büyük toplantısını gerçekleştirmek için Ankara buluşmasına hazırlanıyor.

Tüm tiyatro örgütlerinin katılımıyla gerçekleştirilecek bir çatı örgütlenmesinin eşitliğin, barışın ve birlikte yaratma kültürünün ortak sahnesini oluşturacağına dair inancım sonsuzdur.

Bu örgütün nasıl bir yapı içerdiği ise, yine alandaki örgütlerin ve meslektaşlarımızın ortak aklı olarak yaşam bulmalıdır.

Hepimiz biliyoruz ki, sanatçılar insanlığın mutlu geleceği için mücadele eden, haklarını zalimlere teslim etmeyen, eşitlik ve özgürlükçü o büyük devrimci damarın iz sürücüleridirler.

Yeni devşirme politikaların ve sahtelenmiş açılımların eşiğindeki ülkenin, sanatla aydınlatılmasının tarihsel sorumluluğu ise, unutulmamalıdır.

İçimizdeki barışı kışkırtmanın tek yolunun da, örgütlenip kavgaya atılmaktan geçtiği gün gibi açıktır.