Vergide adalet

Öncelikle, Çanakkale’de Adalet Kurultayı ile gündeme getirilen adalet arayışının artık güçler birliğinin egemen olduğu, yargının bütün kademelerinin bağımlı ve taraflı nitelik kazandığı, vergi mahkemelerinin de bunun istisnasını oluşturmadığı, yürütme üzerinde yasama denetiminin nominalleştiği, dolayısıyla kamu gelirleri ve harcamaları üzerinde Meclis adına denetim yapılamadığı bir dönemde gerçekleştirildiğinin farkında olmak gerekiyor. Dolayısıyla burada yapılması gereken ilk şey AKP rejimini ve onun koşullarına uyum sağlamayı reddetmektir.

İkincisi, bu rejim altında, AKP öncesi dönemin görece işleyen güçler ayrılığı koşullarına dönmenin artık mümkün olmadığı tespitinin yapılması şarttır; çünkü eğer bu tespit yapılamazsa, nafile mücadele biçimlerinde ısrar etmek gibi büyük yanlışlar içine düşülecek ve olması gereken mücadelede momentum kaybedilecektir.

Üçüncüsü, mademki sonuçlarla uğraşarak zaman yitirmekten kaçınmak gerekiyor, o zaman sorunların kökenine inmek, AKP ve rejimini teşhir ederek yeni bir Cumhuriyet mücadelesi vermek gerekiyor. Kuşkusuz bu bizi adalet arayışından ve diğer alanlardaki siyasi/toplumsal/ekonomik taleplerden uzaklaştırmayacaktır; ama ona yeni bir içerik kazandıracaktır. Yeni bir toplum projesinin geniş halk kitlelerinin talebi haline getirilmesini sağlayacaktır. Toplumcu ve kamucu olması kaçınılmaz olan bu yeni toplum projesi, kuşkusuz adalet sisteminin de sil baştan yeniden düzenlenmesini içerecektir. Buradaki konumuz olan vergide adalet veya daha geniş anlamıyla kamu gelirleri yükünün dağıtımında adalet kavramının da yepyeni bir içerikle yeniden tanzimini de kapsayacaktır.

***

Devletin gelir ve harcama politikaları, sosyal sınıflar arasında üretim sürecinde belirlenmiş olan temel bölüşüm ilişkilerini, ikincil bir aşamada yeniden dağıtıma tâbi tutar. Vergi yükünün paylaştırılma biçimi ile kamu hizmetlerinin topluma dağıtılış biçimi arasındaki ilişkiye göre, devlet birincil gelir dağılımını aynen koruyabileceği gibi, bu dağılımı düzeltici veya kötüleştirici etkiler de yapabilir. Burada nihai etkinin kamu harcamaları düzeyinde ortaya çıkacağı açıktır. Çünkü adil yük dağıtan bir vergi sisteminin gelir dağılımını koruyucu veya düzeltici olası etkileri, pekâlâ çok eşitsiz bir kamu hizmeti dağıtım sistemiyle –veya hizmet üretmeyen türden borç faizi ödeneklerinin kabarmasıyla-  olumsuza çevrilebilir. Kuşkusuz en kötü seçenek, hem gelir hem de harcama sistemlerinin eşitsiz külfet/nimet dağıtıyor olması durumudur.

Devlet sınıflarüstü tarafsız bir hakem olmadığı sürece -ki değildir- devletin iktisat ve maliye politikalarının ekonomiye müdahalesi de egemen sınıflar lehine yanlı etkiler taşıyacaktır. Kuşkusuz toplumdaki geniş emekçi kesimlerin örgütlenme ve etkili baskı grupları oluşturma düzeyine yani toplumsal güçler dengesine ve yürürlükteki birikim rejiminin gereklerine göre, bu müdahale dönemsel olarak farklı biçimler de alabilecektir.

Kamu gelirleri politikasının ana öğesi vergilerdir. Vergi ve benzeri zorunlu yükümlülükler, kamu harcamalarının finansmanına kamu zoruyla katkıda bulunmanın araçlarıdır. Ancak kamu gelirlerinin kalıcı olamayan bir öğesi olan kamu borçlanması yoluyla da gelirin yeniden dağıtım mekanizmaları etkilenebilmektedir. Burada transfer harcamaları (faiz transferleri) aracılığıyla ikincil gelir dağılımı üzerinde oluşturulan etkiler esas itibariyle bozucu niteliktedir. Kısa vadeli borçlanmalar söz konusu olduğunda aynı kuşağın sosyal katmanları arasında, uzun vadeli borçlanmalar bakımından ise kuşaklar arasında gelir transferleri ortaya çıkabilmektedir. Gelir dağılımını bozucu etkileri bakımından 1980’ler ortalarından itibaren oluşan Türkiye kamu maliyesi yapısı, yarattığı fon ve borç ekonomisiyle dünya çapında özgün bir ifrat örneği oluşturmuştur.

***

“Vergide adalet” denilince ilk anlaşılması gereken, vergi yükünün adil bölüşümüdür. Yani Anayasa’nın bir türlü uygulanmayan 73. maddesi gereğince, “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, malî gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır”. Vergiler yanında tüm diğer kamu gelirlerinin, sosyal güvenlik primlerinin, fon kesintilerinin ve sürekli/süreksiz diğer kamu gelirlerinin de hem dengeli yük dağıtımının sağlanması, hem de -eğer belirli giderlere tahsis amaçlı toplanmışlarsa- amaçları doğrultusunda harcanmalarının sağlanması şarttır. Kamu dengesi açık veriyorsa, bu açığın borçlanmayla finansmanının da ne birikmiş sosyal fonları (örneğin İşsizlik Sigortası Fonu’nu) aşındırmasına, ne de sermayeye okkalı faiz aktarmalarına yol açmaması gözetilmelidir.

İkincisi, vergi yükünün adil bölüşümünün nesnel zemini, vergi yapısının buna uygun nitelikte oluşmuş olmasına bağlıdır. Başka deyişle, onyıllar içinde oluşmuş vergi yapısında, mali gücü kavramaya daha elverişli olan dolaysız vergilerin ağırlıklı olması, daha uygun bir başlangıç zeminini oluşturacaktır. Aksi durumda, yani vergi yükünü tanım gereği gayri adil olarak dağıtan dolaylı vergilerin ağırlıklı olduğu bir yapıda, ilkönce bu yapısal bozukluğun giderilmesine el atmak gerekecektir ki kolay iş değildir; en azından uzun vadeli çabaları gerektirecektir.

Üçüncüsü, dolaysız vergilerin vergi yapısında hâkim olması veya hâkim duruma getirilmesi de işleri çözmek için yeterli değildir; zira dolaysız vergilerin kendiliğinden adil sayılması için bir neden yoktur. Örneğin tek oranlı bir gelir vergisi (GV) böyle bir olanağı hiç vermeyecektir. Artan oranlılığı göstermelik olan, yüksek gelirleri çeşitli istisnalardan yararlandıran bir GV için de aynı şey söylenebilir. Artan oranlılığı daha çok düşük gelir gruplarında geçerli kılıp, üst gelir gruplarını düz oranlı vergileyen bir GV de aynı sonuca varacaktır. Esasen şirketler kesimini vergilendiren bir dolaysız vergi olarak Kurumlar Vergisi’nin (KV) varlığı da, kendi başına bir adalet göstergesi hiç sayılmaz. Demek ki, esas olan ciddi bir artan oranlılık taşıyan bir GV’nin sistem içinde ağırlıklı olabilmesidir. Sistem içinde ağırlıklı olabilmesi (aynı zamanda artan oranlılığın anlamlı olabilmesi) için de bu tür bir GV’nin üniter yapıda uygulanması gerekir. Bunun anlamı, mükellefin herbir gelir türünü ayrı ayrı vergilemek yerine, tüm gelirlerinin toplanmasını sağlayıp bunun üzerine bir artan oranlı tarife uygulanmasını sağlamaktır.

Bu tür önermeler kuşkusuz kuramsal düzlemde yapılmaktadır. Sınıflı bir toplumda (kapitalist sistemde) bu önermeler egemen sınıfın siyaseti/yasamayı belirleme gücüne bağlı olarak aşındırılacaktır. Gene de, kapitalist toplumlar içinde GV ağırlıklı olan ve olmayan ülkelerin birbirlerinden tarihsel olarak farklı seyirler izledikleri de bir olgudur. Türkiye, Özal dönemine kadar dolaysız vergilerin yüzde 55’ler düzeyinde ağırlık taşıdığı bir ülkeyken, bu dönemden itibaren KDV’nin ve fon ekonomisinin sisteme girmesi ve ÖTV’nin önem kazanması, dolaysız vergi oranlarının düşürülmesi, vergi yerine borçlanmanın bir kamu finansman yöntemi olarak benimsenmesi gibi nedenlerle dolaylıların ağırlık kazanmaya başladığı bir ülkeye dönüşmüştür. 1990’lı yıllar bu ikame sürecinin pekiştiği bir dönemdir. AKP dönemi ise dolaylılarda ikinci önemli sıçramanın yaşandığı dönemdir.

AKP döneminin hemen öncesinde, 1998 yılında, GV’ne ağırlık kazandırmaya çalışan son hamle “Temizel Yasası” ile yapılmıştı. GV’de üniter yapıya geçiş düzenlenirken ödün olarak oranları aşağıya çeken bu naif hamle, ödünlerin peşin ama üniter yapının gecikmeli olarak yürürlüğe girmesi nedeniyle, sermayenin büyük iştahla desteklediği bir tasarı olmuştu. Nitekim oran indirimleri cebe atıldıktan sonra sermaye çevreleri Temizel’in Maliye Bakanlığı görevini sürdürmemesi için gereğini yapacaklar, AKP dönemine kadar ertelenen yürürlük maddesi ise, AKP ile birlikte tarihe karıştırılacaktır. AKP, temsil ettiği sermaye sınıflarını karşısına alacak hiçbir vergi düzenlemesinin arkasında olmayacaktır. Bugün tahakkuk eden vergileri bile tahsil edemeyen maliye krizinin arkasındaki neden de, sistemi sermaye lehine disipline etmekten bile aciz olan bu laçkalıktır.

***

Diğer bir durum saptaması da şudur: GV’nin ağırlığından öte, ödeyicilerinin kimler olduğu önem taşır.  Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de ücretli kategoriler, GV ödeyen sınıfsal katmanlar arasında açık ara öndedir. Ama ciddi bir farkla: Türkiye’de milli gelirin dörtte birinden fazlasına ulaşamayan ücret gelirlerinin ödediği GV, bu verginin toplam hasılatının yüzde 55'inden fazlasıdır. Yani ücretliler, gelirlerine oranla iki katını aşan bir vergi baskısı altındadır. Meselenin özü hem ücret gelirlerinin düzeyi hem vergileme yönünden sınıfsaldır. Ana nedenler yanında böyle bir durumun ortaya çıkmasını kolaylaştıran ikincil nedenlerden biri de Türkiye’de GV tarifesinin düşük gelirleri yüksek oranda vergilendirmesidir. Kuşkusuz bu dahi açık sınıfsal tercihlerin ve politikaların sonucudur: Tarifenin ilk dilimleri yeterince geniş olmadığı için ve üstelik yıllık dilim artış oranları enflasyon oranlarının altında tutularak reel olarak da daraltıldığı için, orta ve üst düzey ücretliler yılın ilk çeyreğinden itibaren bir üst dilime ve orana geçmeye başlarlar. Böylece ellerine geçen ücret gitgide erir.

Bunu vergileme yönünden kısmen düzeltebilecek bir adım, GV tarifesi dilim aralıklarının genişletilmesi ve dilim sayısının arttırılmasıdır. Buna bağlı olarak tarifenin alt basamaklarında yumuşak, üst basamaklarında ise dik artan oranlılık sağlanmasıdır. Bir diğer çözüm, ücretlilere de gider indirimi yapabilecekleri beyannameli mükellef statüsünün tanınmasıdır. Ama asıl düzeltme gelirler politikası üzerinden olmak gerekir. Başlangıç noktasını da kamu işçilerinin ve memurların gerçek sendikalara dayalı bir toplu sözleşmeli düzende ekonomik ve sosyal haklarını hatırı sayılır ölçülerde ilerletmeleri oluşturacaktır.