Üçüncü küreselleşmenin sonu mu?

Küreselleşme dalgalarının dünyayı sardığı dönemlerde emperyalizm dünyayı fethetmeye çıkmakta, kendi kurallarını tüm dünyaya yumuşak ve sert güçleriyle dayatmaktadır. Buna karşılık küreselleşme dalgasında kopuş olduğunda emperyalist güçler birbirine girmektedir. Örneğin 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayıp Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı'nda sona eren birinci küreselleşme dönemini, İkinci Paylaşım savaşı sonuna kadar uzanan uzun bir kopuş  dönemi izlemişti. Bu tarihsel örnekte, 30 yıllık kopuşa iki dünya savaşı sığdırılabilmiş, insanlık tarihinin en kanlı ve yıkıcı dönemi yaşanmıştır. İkinci (1945-1979) ile üçüncü (1980...) küreselleşme arasında bir kopuş ve hegemonya transferi yaşanmadığı için, geçiş sürtüşmesiz olabilmişti. 20. yüzyılın ikinci yarısında emperyalizmin kendi kurallarını dünyaya dayatması, küreselleşmenin ikinci döneminde Sovyetler Birliği, üçüncü döneminde ise Çin tarafından dengelenmişti.

Şimdilerde, üçüncü küreselleşme dalgasının birlikte kurucuları olan ABD (Reagan) ve İngiltere (Thatcher), gene birlikte ama bu defa küreselleşme dağıtıcısı olarak sahneye çıkmış görünüyorlar. Adeta "kendi kurduğumuzu kendimiz yıkarız" dercesine, bu iki ülkeden birincisi "Trans-Pasifik Anlaşması"nı doğmadan öldürerek, NAFTA'yı dağıtma tehditleri savurarak, AB'yi eleştirerek, küreselleşmenin ABD'ye değil Çin'e yaradığını öne sürüp Çin'in etki alanlarına hücum ederek, 1945'te kendi kurduğu düzeni eleştirerek (onu, ABD'yi sanayisizleştirip ithalatçı yapmakla suçlayarak), yeni bir yola girmiş bulunuyor. İkincisi ise AB'den ayrılma kararı (Brexit) vererek şimdilik benzer bir yöne savrulmuş görünüyor. Ama Trump Amerika'sının ayak izlerine basarak ilerlemesi henüz pek olası durmuyor. Bununla birlikte, AB ülkelerinde yapılacak genel seçimler, uluslararası liberalizasyon aleyhine çalışacak yeni sağ siyasi akımları iktidara taşırsa, bu süreç daha da hızlanabilir.

Bütün bunların toplamı yeni korumacılık eğilimlerinin, ekonomik çıkar alanlarının yeniden belirlenmesine dönük uluslararası ticari/mali, hatta giderek askeri çekişmelerin güç kazanması demektir. Eğer böyle bir dünyaya giriyorsak, ki belirtiler bu yönde pekişmektedir, 2017 yılının artık içinde bulunduğumuz küreselleşme dalgasında nihai bir kopuş yılı ya da yeni bir dönemin açılış yılı olarak tarihe kaydedilmesi mümkün olacaktır. Eğer tekrar birinci dalganın koptuğu yılı (1914) örnek alırsak, hegemonya transferinin kanlı savaşlara eşlik ederek onyıllar sonunda gerçekleştiğini de dikkate almalıyız. Bu dönemde, hegemonik güç olan İngiltere'nin tahtına göz diken ve kapitalist sistemi tehdit eden Sovyetler Birliği'ni tarihe gömme fırsatını da ele geçirmek isteyen küresel/ bölgesel hegemonya adaylarından (Almanya, Japonya ve ABD) sonuçta ikisinin uzun süre sahneden silinmesiyle sonuçlanan büyük bir kapışma yaşanmıştı.

Bugünlerin çok kutupluluğa meyletmiş dünyasında eğer bir hegemonya çekişmesi yaşanacaksa, bunun Anglo-Sakson iki hegemonik güç arasındaki hegemonya transferinden çok farklı bir düzlemde gerçekleşmesini beklemek gerekir. Belki henüz bu noktada değiliz, belki uzun süre yeniden tek kutuplu bir dünya da kurulamayacak; ama bu, nüfuz alanlarının yeniden belirlenmesine dönük mevzii/bölgesel itiş-kakışların çoğalmasına, ekonomi savaşlarının yoğunlaşmasına da engel değil.

Sonuç olarak kapitalizmin hem küreselleşmeci ve hem içe kapanmacı birikim modellerinden insanlığa ve doğaya bir hayır gelmedi ve gelmesi beklenmemeli. Ama bugün eşiğinde bulunduğumuz tarihi uğrak, kılıçların çekilmediği ama yeniden kuşanılmaya başlandığı bir ana tanıklık ediyor; bu bakımdan da kaygı verici.

***

Bu stres birikiminin ekonomi veçhesine bakıldığında, Trump dönemiyle birlikte ABD'de korumacı eğilimleri pekiştirme hamlelerinin süreceği anlaşılıyor. Korkut Boratav Hoca 28 Ocak tarihli son yazısında buna değindi. Şunları da ekleyelim: ABD, sanayi, ulaşım vs. altyapısını yenilemek için büyük bir yatırım bütçesi oluşturmaya gidiyor. Bunun kaynaklarını yurtdışından çekmek durumunda. Elinde iki araç var gözüküyor: FED'in faiz artışlarını hızlandırması üzerinden ülkeye sermaye çekmek ve böylece Hazine'ye yeni borçlanma imkânları yaratmak ile yurtdışında finansal alanlara yatırılmış Amerikan parasal yatırımlarına bir vergi affı getirerek bunların bir bölümünün geri göçünü teşvik etmek. Bütün bunlar yeni regülasyonlar gerektiriyor.

Bazı istenmeyen sonuçları da olabilecek. Esasen yüksek açıklar veren Amerikan federal bütçesi daha fazla açık verecek ve bu, faiz artışlarını istenenin üzerine çıkarabilecek. Oysa faiz artışları, bir noktadan sonra yatırımları da olumsuz etkileyecek. Kaldı ki, FED'in faiz arttırması kendi faiz giderlerini de (elinde tuttuğu rezervlere ödediği faiz miktarını da) yükselttiğinden kendi sınırlarına varması uzun sürmeyebilecek. Dünyada kur rekabeti dışında bir de faiz rekabeti yaşanır mı sorusu gündeme gelebilecek. Amerikan parası değer kazanmaya (diğerleri de değer kaybetmeye) devam ederken, ABD ithalatı da azalır, tamam. Peki ya ihracat cephesi? Pahalaşan ithalatın içerdeki satın alma güçlerine olumsuz etkisi? Çin menşeli emek malları pahalanınca, sırada Amerikan emekçisine ücret artışları olabilecek mi?

Avrupa bankalarına yatırılmış Avro-dolarların bir bölümünün ABD'ye dönmesinin Avrupa bankacılık sisteminde yaratacağı sarsıntı da ayrı bir mesele. Öte yandan, ABD sermayesinin hakim unsurlarının bütün bunlara uyum süreçlerini nasıl yaşayacağı, hangi noktadan itibaren bu kesimlerin bir kısmının müdahalesiyle parlamento üzerinden bazı  "düzeltme" düzeneklerinin çalışmaya başlayacağı da izlenmesi gereken bir konu.

***

Bu sırada Türkiye'de ise, TL'nin dolar (ve diğer döviz) karşısında dünya ortalamalarının üzerindeki değer kaybı (negatif ayrışması), "Türkiye ekonomisine 15 Temmuz'dan farklı olmayan bir saldırı var", "elinde silah olan terörist ile döviz olan terörist bir ve aynıdır" gibi eşi benzeri olmayan bir komplo icadı üzerinden, iç politikaya dönük olarak krizin sorumluluğunu üzerinden atma ve yedi düvele kof bir meydan okuma vodviline dönüştürülüyordu. Haftaya gündem değişmezse buradan devam etmek üzere...