Türkiye'de aydınlanma üzerine

Geçen Cuma (20 Ekim) Ankara'da Danıştay önünde Aydınlanma Hareketi hukukçularının, eğitimci ve akademisyenlerinin, 2017-18 eğitim-öğretim yılı için hazırlanan gerici eğitim müfredatına karşı yürütmeyi durdurma talepli bir iptal davasının başvurusu ve bir basın toplantısı için buluştuk. Gerici eğitim mefredatına karşı Aydınlanma Hareketi'nin bu anlamlı müdahalesi ciddi bir katılım eksikliğini de gözümüze batırıyordu: Cumhuriyetin kurucu partisinin altıokundan birisi hakkındaki siyasal tavrının yetersizliğine (genel başkan düzeyindeki sessizliğine), bu konuda hukuksal düzlemi  kullanma fırsatını tepmesi de eşlik ediyordu.

21 Ekim Cumartesi günü ise, bizim de kurucusu olduğumuz Aydınlanma Hareketi'nin Yazılama Yayınevi'nden Temmuz 2017'de çıkardığı "Yeni Bir Aydınlanma İçin- Gericiliğe Karşı Aydınlanma Mücadelemiz" başlıklı kitabının Ankara Nazım Hikmet Kültür Merkezi (NHKM)'ndeki tanıtım toplantısına bazı yazarlar ve editörlerle birlikte katıldım. 10 yazardan beşinin (benim dışında Korkut Boratav, Serpil Güvenç, Barış Terkoğlu ve Ali Rıza Aydın'ın) temsil edildiği bu toplantıda, ayrıca editörlerden Zeynep Ağdemir ile NHKM sorumlusu Özkan Öztaş hazır bulunup birer takdim konuşması yaptılar. Yazarların kısa sunuş konuşmalarından sonra kitabın yazarlarca imzalanması aşaması da oldukça önemli bir ilgiye konu oldu. Ben bu toplantıda yaptığım konuşmamı burada daha geniş okuyucu kitlesiyle paylaşmak istiyorum. Konuşmacılara tanınan beşer dakikalık sunuş zamanına kendimi ayarlayabilmek için yazılı bir metne sadık kalmayı düşünmüş ve aşağıda aktardığım notlarımı bu amaçla hazırlamıştım.

***

Türkiye'de Aydınlanma'nın tarihsel ve siyasal seyrine ilişkin olarak burada şu altı saptamayı yapmak istiyorum.

Birinci saptamamız,  Osmanlı Devleti'nin hiçbir zaman tam bir şeriat devleti olmadığı üzerinedir. Başka deyişle, şeri hukuk hiçbir dönemde tek başına toplumsal ilişkileri düzenleyememiştir. Örfi hukuk başlangıçtan itibaren devrede olmuş ve giderek artan bir ağırlıkla düzenleyici rol üstlenmiştir.

19. yüzyılda, özellikle Tanzimat hareketi ve izleyen Batıcı reformlarla bu bakımdan daha belirleyici seküler hukuk adımları atılmıştır: Şeyhülislamın yetkilerinin dini alana daraltılarak Adliye ve Maarif Bakanlıklarının kurulması (1839), dinsel ayrımcılık yapılmadan can ve mal güvencesinin getirilmesi (1856), 1860'ta kurulan Nizamiye Mahkemeleri'nin ihtiyacı için dünya işleriyle ilgili fıkıh hükümlerinin bir medeni kanunda (Mecelle:1874-78) toplanması, 1880'de pozitif bilimleri öğreten İdadi liselerinin açılması, askeri eğitimin laikleştirilmesi, 1914'te dini mahkemelerin denetiminin de Şeyhülislamın elinden alınıp Adliye Nezareti'ne verilmesi...

İkinci saptama siyasal İslam hareketi üzerine: Siyasal İslam, kökenlerinde Tanzimat ve Islahat reformlarını "gavurla eşitlenme" olarak gören bir akımdır ve ilk örgütlenmesini 1908 Devrimi'ne karşı da bu temelde gerçekleştiren bir hareket olmuştur. Ancak çok palazlanamadan Cumhuriyet ile birlikte beli kırılmıştır; tekrar başını kaldırması ancak -CHP'nin hoşgörüsü altında- çok partili düzene geçişle olacak ve önce merkez sağ partilerin himayesinde ve sonra da bağımsız partileşmeyle Türkiye siyasetinde yerini alacaktır.

Burada şu vurgu önemsiz olmayabilir: Osmanlı'da ulema devlet üzerinde bir otorite kuramamıştır; devlet de ulemayı ve inanç sistemlerini tam denetimi altına almaya çalışmamıştır. Ancak  bir kırmızı çizgiyle: Din veya tarikat temelli hareketlerin hiçbiri Osmanlı'da bir siyasi güç elde etmeye kalkışmamışlar, eğer kalkışırlarsa da "rafizilik" sayılıp hemen siyaseten halledilmişlerdir. (Niyazi Berkes, Teokrasi ve Laiklik, YKY, 2015:90). Bu bakımdan, 1970'lerden itibaren iktidarı hedefleyerek partileşen siyasal İslamcılık, Osmanlı dönemi de dahil yepyeni bir durumdur. 21. yüzyılda gitmemek üzere iktidara tırmanan siyasal İslamın hikayesi ise hem 1970'lerin devamı hem de dış/iç ilişkileri bakımından dönüşmüş biçimidir.

Buradan şu iki saptamayı da yapabiliriz:

Üçüncü saptama, 1920 Devrimi'nin herşeye sıfırdan başlamamış olduğudur. Bununla birlikte, eğer Cumhuriyetin radikal dönüşümleri sahneye çıkmasaydı, büyük olasılıkla şeri hukuku dar bir alana sıkıştırmakla birlikte onu yoketmeyen uzlaşmacı bir ikili hukuk rejimi yürürlükte olurdu. Bu bakımdan, geçmişin kazanımlarını taşıyor olmak Cumhuriyetin laiklik anlayışındaki radikalliğin önemini azaltmamaktadır. Kaldı ki,  laikliği tasfiye çabalarının bugün bile önemli dirençlerle karşılaşmasının arkasında Cumhuriyetin harcındaki bu köklü dönüşümlerin izlerini bulmaktayız.

Dördüncü saptama ise, AKP'nin bugün Türkiye'yi götürmek istediği yerin, Osmanlı'da bir simetriğinin bulunmadığıdır. AKP'nin soyut hayallerinin Osmanlı'nın daha gerisinde bir düzeni tarif ettiği, özellikle de Osmanlı'nın son yüzyılının daha gerisinde olduğu  açıktır. Nitekim, siyasal İslamcıların önceki temsilcileri gibi, Tanzimat sonrasındaki gelişmeleri külliyen reddeden bir anlayış zaman zaman AKP saflarında da tezahür etmektedir. Ama Osmanlı'nın daha önceki yüzyıllarında da kendilerine örnek alabilecekleri bir "Devr-i İslami saadet" dönemi mevcut olmadığından, bunu inşa etmek hevesinde oldukları görülmektedir. Burada kullanılan Osmanlı retoriği, tarihin olgular sepetinden "istediğini seç al" tarzında bir spekülasyondan ibarettir. Bu, iktidar partisine, hem sözde tutarlı bir toplum projesi varmış çalımı atma imkanı vermekte, hem de kendi sağından gelebilecek tehditleri savuşturma fırsatı sunmaktadır. Ama bu hevesler de, hem anakronik olması, hem uluslararası ilişkilerin yeni boyutunda yepyeni ve taşınamaz bir gerilik etkeni olması, hem de Türkiye toplumunun bugünkü bilinç ortalamasının tahammül sınırlarını aşan bir zorlama olması nedeniyle sürdürülemez niteliktedir.

Beşinci bir saptama Türkiye burjuvazisinin tahammül sınırları üzerinedir. Toplumun ve özellikle de işçi sınıfının dinselleştirilmesi üzerinden sömürü ilişkilerinin herhangi bir toplumsal dirençle karşılaşmadan sürdürülmesi burjuvazinin kadim taleplerindendir. 12 Eylül askeri rejiminin bu yöndeki adımlarını sermayenin bütün katmanları tam kadro desteklemiştir. Benzer nedenlerle, 2002 sonrasında AKP rejimi de ilk 10 yılında burjuvaziden tam destek almıştır. Bunun güçlü bir nedeni de, AKP'nin neoliberal zihniyetinin topluma hesap vermeden tüm kamusal/toplumsal birikimlerin pervasızca talan edilmesindeki cüretkarlığı olmuştur. Burjuvazinin her kesimi bu talandan pay kapmıştır.

Ancak şimdilerde sermaye birçok nedenle rezervler geliştirmektedir. Bir: Halk kesimlerinin ve çalışan sınıfların yaşam tarzına müdahalelerin kendi yaşam tarzına da yönelmeye başlaması veya bunun orta erimde kaçınılmaz olduğunu görmesidir.

İki: Kamu ihalelerinin giderek genişleyen bir dışlama yaratmasıdır. Sermaye birikimine bu tür müdahalelere uyum -iktidara yanaşarak- belki sağlanabilir, ama içinde önemli belirsizlikler de barındırarak...

Üç: Mülkiyete tecavüzün günübirlik bir olaya dönüşmesi ve hukuk güvencesinin sarsılmasıdır. Bu, serbest birikim rejimi de dahil olmak üzere kapitalizmin kutsallarına bir saldırı olarak görülmektedir.

Dört: İktidar alanının 'tek adam tapıncı' düzleminde totaliterleşmesidir. Dolayısıyla iktidara ulaşma kanallarının tekleşmesi, hatta partili yerel yönetim iktidarlarının da bu mutlak güce tam tâbi kılınması, sermayenin çeşitli fraksiyonlarının siyaseti, siyasi ve iktisadi kararları, rant dağıtım kararlarını etkileme gücünü aşındırmaktadır. Siyasal İslamcı iktidarın hegemonyasını kurma biçiminin çatışmacı olması ve iktidarını olağan siyasi yollarla terketmeme eğilimi, bütün bunların bir iç savaş potansiyelini içinde taşıma olasılığı, kapitalist birikimin çok temel bir gereksinimi olan "siyasi istikrara" tehdit olarak algılanmaktadır.

Beş: İktidar partisinin ve liderinin sorumsuz, öngörüsüz, hata üstüne hata yapan ve bunların siyasi bedelini ödemediği gibi bunlardan ders de almasını bilmeyen dış politika zikzakları da, toplumun geniş kesimleri için olduğu kadar, hatta ondan da fazla burjuvazinin kaygılarını yükseltmektedir. Çünkü dış istikrarsızlıklar giderek içteki istikrarsızlıklara eklenmekte, yabancı sermaye hareketlerinin yönünü değiştirmekte, yerli sermayenin dış dünyayla kurduğu ekonomik-kültürel ilişkilerini, gerçekleşmiş yatırımlarını veya planladığı yatırım kararlarını bozmakta ve Türkiye'nin dış ekonomik ilişkilerine zarar vermektedir. Ayrıca, örneğin eğer AKP doğru yerde dursaydı Suriye'nin 6 yıl önce önlenebilir olan parçalanması, bugün tüm bölgeye sıçrayabilecek bir savaşı tahrik etmekte ve sermayenin bölgesel açılımlarını istikrarsızlaştırmaktadır.

Toplumu dinselleştirme eğilimleri sermayenin birikim sorunlarından kuşkusuz ayrı düşünülemez. Dinsel ideoloji, kuşkusuz, sermayenin hegemonya kurma araçlarının önemli bir bileşenidir. Ama bu saptama bizi sermayenin bütün kesimleri ile İslami akımlar arasında birebir özdeşlik kurmaya veya sermaye fraksiyonları arasındaki farklılıkları görmemeye götürmemelidir.

Buradan altıncı bir saptamayı da Samir Amin'in (Modernite, Demokrasi ve Din, Yordam Kitap, 2014: 43) şu sözünü hatırlatarak yapabiliriz:  "Otokrasi ve teokrasi bir ve bütündür".  Bu saptama gerçi bizlerin yeni farkına varacağımız bir saptama değil, Türkiye gerçekliğinde ise gündelik yaşantımızın bir parçası haline gelmiş durumda. Ancak, eğer hâlâ şartsa, şunun altını bir kez daha çizmek için gerekli:  Cumhuriyet'in Aydınlanma devrimlerinden köklü bir kopuşu ve hatta bunun tersine çevrilmesini hedefleyen bir hareketin, toplumun aydınlanmış kesimlerini Ortaçağ karanlığına teslim olmaya zorlanmasının demokrasi/sandık kandırmacalarıyla gerçekleştirilebilir olmadığı açıktır. Dolayısıyla, İslamizasyon programının, otokratik olmayan bir yönelişle tutturulması mümkün değildir.

O halde, İslamizasyona karşı çıkmak (veya laikliği ve aydınlanmayı savunmak) aynı zamanda otokrasiye karşı çıkmaktır veya tersi.

Bu kitapla yapılan, yapılmak istenen de sanırım budur.