Suriye çıkmazı finale doğru

Hiçbiri beklenmedik gelişme sayılamaz. Suriye Arap Cumhuriyeti (SAC), kendi topraklarının bölünmez bütünlüğünü savunuyor. Astana ve Soçi'de AKP Türkiye'si de Suriye'nin toprak bütünlüğüne imza atmamış mıydı? Peki, Astana'dan başlayarak İdlib konusunda tutamayacağı sözler veren de AKP iktidarı değil miydi? Hâlâ orada işi ne?

Baştan almak gerekebilir. 2011'de, tıpkı sonradan Libya'da yapacağı gibi, Suriye'de aniden (ABD stratejisini izleyerek) rota değiştiren AKP iktidarı, yeni-Osmanlıcı ve İhvancı politikalarının sıçrama tahtası olarak Suriye topraklarını seçmişti. Bunun sonrasında dünyanın bütün cihatçı teroristlerinin Suriye topraklarına geçişi kolaylaştırılmış, askeri eğitim ve teçhizatları kolayca sağlanmış, tedavilerinin yapılmasının koşulları hazırlamıştı. Aslında PYD liderliği ikna edilebilse, onlarla da Esad'a karşı ittifak kurulması (hatta Türkiye'yi "büyüterek" bir konfederasyona dönüştürme) hesapları da yapılmıştı.

Esad ve SAC buna rağmen iyi direnmişti. Emperyalizmin çullanmalarının Suriye Devletini iyice zayıflattığı dönüm noktasında, 2015'te, Rusya savaşa doğrudan SAC yanında müdahil olduğu andan itibaren denklem tersine çevrilmişti. Bu arada ABD de, "IŞİD'e karşı savaş" bahanesiyle Suriye'ye işgalci güç olarak girmiş, PYD/YPG güçlerini palazlandırmış, Suriye'nin kuzeyinde fiili bir SDG devletinin oluşmasının koşullarını hazırlamıştı. 

Sonuç olarak, Esad yönetimini zayıflatmak ve yıkmak üzere yola çıkmış olan AKP kafası, güney sınırlarında ABD koruması ve yoğun desteği altında peydahlanan bir Kürt devletçiği ile sınırdaş olmuştu. Bundan sonraki çabaları, Kuzey Suriye'de ÖSO denilen cihatçı terörist unsurlarla işbirliği halinde Türkiye'nin kontrolünde bir koridor yaratılmasına yoğunlaşacaktı. Hesapsız politikalarının sonucunda oluşan zararlardan dönmek yani Esad ile barışmak yerine bu defa yeni "stratejik" hatalara savrulacaktı.

Astana süreci AKP Türkiye'si açısından bir oyalama / zaman kazanma / büyük güçleri birbirine karşı kullanma taktikler bütününden başka bir şey değildi. Arkasında bir stratejik akıl bile yoktu. Bu arada, Astana sonrasında İdlib sınırında Türkiye'nin kurduğu 12 gözlem kulesi, aslında Rusya açısından da Türkiye'yi İdlib'de bir şeyler yapmaya zorlama veya daha doğrusu Türkiye'yi oyalama / karşıya almama taktiğinden başka bir anlam ifade etmiyordu; Rusya koruması olmaksızın o kulelerin savunulması da esasen mümkün değildi. El Kaide bozması türlü çeşitli cihatçı grupların son sıkıştığı ricat alanı olan İdlib'in bu halinde biteviye kalmasının mümkün olmadığı herkesin malumuydu. Türkiye'nin oradaki cihatçıları (başlangıçta sözde birkaç ay içinde) teslim olmaya veya alanı boşaltmaya ikna edemeyeceği / hatta buna teşebbüs bile etmeyeceği de herkesin malumuydu. Mesele, Suriye ordusunun ve Rusya'nın bu anomaliye ne zamana kadar (veya hangi uygun zamana kadar) tahammül göstereceğiydi. 

O anın yaklaşmakta olduğuna dair işaretler son zamanlarda çoğalmaktaydı. AKP dış politikası Rusya'yı hedef alan açıklamalarını son haftalarda iyice sıklaştırmıştı. Bunlar, Libya'da Rusya özel ordusu Wagner'i hedef göstermekten Boğazların statüsünü tartışmaya açmaya, bu arada Montrö'yü delecek bir Kanal İstanbul'u ısrarla piyasaya sürmeye; Gürcistan'ın NATO üyeliğini kışkırtmaktan Ukrayna'ya 200 milyon TL'lik askeri yardım yapmaya ve bu arada Kiev ziyaretinde nazi işbirlikçilerin "Şan olsun Ukrayna'ya" selamını kullanmaya; RTE ağzından "Astana süreci bitmiştir" nakaratına sarılmaktan son iki gündür İdlib'de Suriye ordusu ile karşı karşıya gelinmesi üzerine Merkel'e "Rusya'ya karşı bizi yalnız bırakmayın" çağrısı yapmaya kadar bir yığın somut veya simgesel adımı kapsamaktaydı. Hepsi de kasıtlı olarak Rusya'nın bam telleriyle oynamak anlamına gelmekteydi. Bütün bunların, aynı zamanda ABD'ye, NATO'ya, AB'ye "bizi görün, biz sizin kampınızdayız" mesajı vermek anlamına geldiği de çok açıktı.

AKP'nin büyük askeri güçler arasındaki oyununu sürdürebilmesinin sınırlarına geldiğini, eğer bir tercih yapacaksa bunun kesinlikle ABD/NATO eksenli olacağını daha önce yazmıştık. On yıllardır ABD'nin desteğiyle siyasi varlık olabilmiş ve daha sonra da tüm Batılı güçlerin katkısıyla siyasi iktidarı monopolize edebilmiş ve emperyalist mihraklarla çeşitli kişisel bağımlılık ilişkileri geliştirmiş bir İslamcı hareketin, gerçekte kımıldayabileceği bir alan da bulunmamaktadır. Bu iktidarın ABD'nin son İsrail-Filistin planına şiddetle karşı çıkışına bakarak buradan bir ABD karşıtlığı çıkarmaya kalkışanlar ya AKP oyununun parçasıdırlar ya da -aynı kapıya çıkmak üzere- derin bir miyoplukla maluldürler. AKP iktidarı, Filistin davasına birçok Arap ülkesinden daha fazla sahip çıkar görünmeye çalışırken de büyük politika yaptığına dair bir illüzyon içindedir.

Tabii bu arada olan, Suriye topraklarında iktidarın hesapsız ihtirasları uğruna canlarını yitirenlere, sakat kalanlara ve yakınlarına olmaktadır. Ama onlar iktidar açısından "davanın yan hasarlarından" ibaret olarak görülebilecektir; çünkü içerde gerileyen bir halk desteği söz konusudur ve bütün otokratik iktidarların böyle durumlarda mucizevi ilacı her zaman dış çatışmalar üzerinden "milliyetçi" duyguları körüklemek olmaktadır. Ama sanki bunun inandırıcılığının da son vadesi dolmak üzere gibidir.