"Statu quo ante" yolu kapalı

Geçen günlerde mevcut politikalarda "çubuğu tersine bükme" bağlamında CHP'nin açıkladığı dört politika önerisinden biri de "dış politikada 180 derece dönüş" idi. Bunun AKP iktidarı altında olamayacağı ayrı bir konu. Ama başka bir iktidar, örneğin CHP iktidarı altında dahi olamayacağını CHP yönetimine anlatabilecek bir uzman acaba ortalıklarda yok mu?

Latincede "statu quo ante" denilen "eski duruma" (yani önceki statükoya) dönüş acaba mümkün müdür? Hele bir "statu quo ante bellum" oluşturulması yani üzerinden savaşlar ve yıkımlar geçmişken çatışmalar öncesinin fiili ve hukuki durumunun aynısıyla yeniden oluşturulması acaba mümkün müdür?  

Toplumların dinamizmi, toplumlar/ülkeler arası ilişkilerin karmaşıklığı, savaşlar/zorunlu göçler yaşanmışsa kayıpların/göçenlerin geri getirilemezliği, kısacası değişimin durdurulamaz ve suların tersine akıtılamaz oluşu nedeniyle mümkün değildir.

O halde daha gerçekçi olmak zorundadır ülkeler/toplumlar/siyasi partiler. Eğer emperyalizmin komşusuna kurduğu tuzağa balıklama atlamış, oraya dünyanın her köşesinden üşüşen tedhişçi cihatçıların hamiliğini yapmış bir iktidarın işbaşında olduğu bir ülkenin muhalefet partisiyseniz, önceliğiniz ilişkilerin onarılması olmak zorundadır. Ama hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını bilerek.

Neler eskisi gibi olamaz? Bir kere ne Irak'ta ne de Suriye'de Baas rejimi eski gücünü kazanamaz. Bu ülkelerin eski toprak bütünlüğü, üniter yapıdaki eski siyasi rejimleri aynen korunamaz. Eski nüfus yapıları ve dinamiklerine bir daha ulaşılamaz. Arap ülkeleri arasında en laik uygulamaya sahip eski anlayışlar aynen oluşturulamaz. Mezhep-etnik temelli bölünmeler önlenemez. Yugoslavyalaşma ve Lübnanlaşma eğiliminin durdurulması tam olarak başarılamaz. 

Bunlar, emperyalizmin ve bölgedeki İsrail ve Suudi Arabistan gibi kadim işbirlikçilerinin ellerini ovuşturacakları gelişmeler de olabilir. Peki "yurtta barış dünyada barış" politikasını terkederek komşusundaki çatışmaları kışkırtıcı bir role soyunan AKP Türkiye'si için?

***

Olayların başlangıcı, Irak'a müdahaleye karşı olması muhtemel olan 57. Hükümetin ivedilikle düşürülmesi ve 2002 sonbaharında AKP'nin iktidara taşınmasıydı. Bu, emperyalizmin Ortadoğu planlarının önemli bir hamlesiydi. 

Peki AKP'nin planlarının? Henüz Şubat 2003'de milletvekili ve başbakan bile değilken RTE'nin ABD'de yüksek protokolle karşılanıp müdahalenin önkoşullarında anlaşması ve TBMM izni dahi alınmadan ABD teçhizatının İskenderun'dan indirilmeye başlanması, AKP'nin ülke-içi siyasi konsolidasyonu için olduğu kadar daha sonra ifade edildiği biçimiyle "hegemon güce yaslanarak bölgede güç yansıtmak" oportünizmi ile de uyumluydu. Ama AKP'den de firelerle 1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM'den dönmesi, Irak'a kuzeyden cephe açılmasını engellediği gibi ABD-Türkiye ilişkilerini de etkiledi. AKP iktidarı 1 Mart tezkeresinin reddiyle bir demokrasi kahramanı gibi algılanıp dünyada haketmediği bir itibar kazanırken,  faturayı TSK'ya kesen ABD ile birlik olup (Cemaati de yanına alarak), özellikle deniz kuvvetleriyle bağımsız bir dış askeri strateji emareleri gösteren ve  dinci bir rejim inşasında en büyük engel olarak görülen kurumun üzerine 2007 sonrasında çullanmakta tereddüt etmedi.

Suriye'ye dış müdahalelerin başlangıcına, 2011 yılına gelindiğinde, içerde yüzde 50'lik bir seçmen desteğini almış, iç ittifaklarını (Cemaat) değiştirme ve bu arada PKK ile daha aleni müzakere yapma özgüvenine kavuşmuş, bölgede ise artık "oyun kurucu" bir alt-emperyalist statüye geçebileceğine ikna olmuş, dolayısıyla emperyalizme yaslanmakla birlikte zaman zaman ondan bağımsız hamleler yapabileceğine inanan bir AKP iktidarı oluşmuştu. AKP iktidarının Esad karşıtlığı üzerinden bölgedeki bilumum cihatçılara açık/örtük destek politikaları 2013 ortalarına kadar ABD'den ve AB'den bir tepki görmedi. Emperyalizmin 2013'te Suriye'ye karadan müdahale aşamasına kadar gerdirdiği ilişkiler, Rusya'nın Suriye rejiminin kimyasal silahlardan arındırılması hamlesiyle geçersiz kılındı ve yeni bir dönüm noktası oluştu. 

Bu, bölgesel güç olma peşindeki AKP açısından da bölgede yaşayacağı fiyaskonun başlangıcıydı. İçerde ise Haziran direnişi ile Aralık yolsuzluk operasyonları yeni baskılamalara, üç yıl önce dinci neşterler atılan yargının tekrardan şekillendirilmesi ihtiyacına, dışarıya dönük olarak takılan "demokrasi" maskesinin iyice düşmesine yol açıyordu. 2015 başından itibaren Suriye'ye silah desteğinin (TIR operasyonu) iyice açığa çıkması ve bu arada Rusya'nın Suriye'ye oprerasyonel güç olarak girmesi, AKP'nin geri çekilişini hızlandırıyordu. Böylece, Musul ve Halep'i alarak/kontrol ederek farklı temellerde yeni bir devlet (yeni-Osmanlı) inşa etmek hayallerinden, Kuzey Suriye'de bir Kürt otonom bölgesi kurulmasını engelleme misyonuna kadar gerileyen bir AKP acizliğine demir atılıyordu.

***

Bu, geleneksel Ortadoğu politikasının, "monşer" diye küçümsedikleri Cumhuriyet'in dış politika aklının terkedilmesinin bedeliydi. Terkedilen akıl, Irak ve Suriye gibi güçlü etnik-mezhepsel farklılıklar üzerinde yükselen yarı-seküler devletlerin toprak bütünlüğünün korunması politikasıydı; iyi-kötü oluşmuş ulusal bütünlüklerinin bölünmemesine özen gösterme politikasıydı; Türkiye'nin bütünlüğünü de tehdit edebileceği düşünülen Kürt devletçiklerinin oluşumunu engelleme politikasıydı. Bunların tümüyle berhava olması AKP'nin eseridir. Bugün elinde tutmaya çalıştığı tek ve son "koz", "Fırat'ın batısına geçirmem" türünden aslında zavallı bir çaresizliktir. Üstelik yedi düveli de karşısına almak pahasına. Bugünlerde Kuzey Suriye'de ABD ile girişilecek anti-IŞİD operasyonuna zımnen PYD güçleriyle birlikte ortak olarak katılmayı içine sindirmek pahasına...

Irak'taki bir milyonu aşkın can kaybını, ülkenin bölünmesini, IŞİD'in ağırlıkla burada devletleşmesini, bu ülkenin geleceğinin çalınmasını bir kenara koyalım; AKP iktidarının daha doğrudan sorumlu olduğu Suriye'nin tarumar edilmesine, 300-400 bin can kaybı ve 5 milyona yakın göç vermesine bakalım. Bölge dışı ve bölge güçlerinin müdahaleleri olmasaydı, Esad tüm devlet şiddetini kullanarak duruma hakim olsaydı dahi, en fazla üç-beş bin ölümden bahsediyor olurduk. Üstelik ne ülke harabeye döner ve parçalanır, ne tarih yağmalanır, ne İslamcı terörizm böylesine palazlanıp devletçikler kurma aşamasına gelir, ne Türkiye IŞİD tedhişinin hedefine oturur, ne de Suriyeli Kürtlerin federasyon ilanı söz konusu olabilirdi. 

Suriye'nin bölünmesinden Türkiye birinci derecede sorumludur. Nitekim Davutoğlu bunu dolaylı olarak itiraf etmiş, "bizim müdahalemiz olmasaydı, Esad bütün Suriye topraklarında egemen olurdu" diyebilmiştir. Bu, sanki Türkiye açısından kötü birşeymiş gibi... Sanki şu an, işler istedikleri gibi sonuçlanmayınca, Suriye'nin toprak bütünlüğünü -bu defa, Esad ile söz birliği ederek- öncelik sırasının başına koymak mecburiyetinde kalmamışlar gibi...

Bu, herkesin bildiği şu arabacı ile ağası arasında geçen öyküden daha ağır bir durum; çünkü ne halt yerseniz yiyin, statu quo ante'ye dönüş yok. 

_____________________________

Post Scriptum: Hürriyet Gazetesi "Gezi"yi karalama kumpanyasının "Kabataş Kuyruklu Yalanı" iftiracılarından birini daha kadroya katmış. 

Takım bir araya toplanıyor. Bakalım gerisi de gelecek mi? Yeni ve heyecanlı kurgular da sürdürülecek mi? Merakla bekliyoruz.