Sermaye kayırmacılığında sınır yok

Başlık iki anlamda: Birincisi, sermaye, sistemin sınıf olarak kayırılan kesimidir. Kapitalist sistem altında bunda bir tuhaflık yoktur; ancak Türkiye gibi yeterince gelişmemiş bir kapitalist toplum yapısında bir de totaliter bir yönetim tarzına teslim olmuşsanız, her türlü ifrata (aşırılığa) kapılar sonuna kadar açıktır. 

Bu açık kapılardan sermaye lehine inanılmaz gelir ve servet transferleri gerçekleştirilir. Araziler, madenler, meralar, ormanlar, nehirler, dereler, denizler, kamu varlıkları yağmalanır durur. İmar değişiklikleriyle, ihale kanunu değişiklileriyle veya yasa/anayasa tanımamalarla bu yağmalar katmerlendirilir. Sistemin hiçbir denetim düzeneği çalıştırılmadığı için, toplumun vicdanını kurtaracak veya sınıflar arası dengeleri gözetecek fren-denge mekanizmaları işlemez kılınır. Sermayenin yağmasının bedeli toplumun diğer kesimleri üzerine yıkılır. Gelir-servet dağılımındaki eşitsizlik büyüdükçe büyür.

Kuşkusuz en önemli yağma doğrudan doğruya emeğin alınteri üzerinden yapılır. Emek sömürüsünün yasal kılıfları yanında hiçbir kayda-kuyda bağlı olmayanları da vardır. Emeğin sendikal ve siyasal örgütlenmesi ve gücü engellenemiyorsa askeri darbeler yapılır. Askeri darbeler devri “geçmişse”, sivil gerici darbelerle daha kalıcı tahakküm düzenekleri oluşturulur; sendikal örgütler iktidarın siyasi ve ideolojik (dinci) kuşatması altına alınır. Sendikasızlaştırma seçeneği yeterli olmuyorsa, grevleri erteleme/yasaklama yöntemi yaygınlaştırılır, sendikaları/konfederasyonları içten fethetme veya iktidar güdümünde olanları zorlamalarla toplu iş sözleşmelerinde (TİS) yetkili kılma formülleri devreye sokulur, daha ötesinde grev hakkını ortadan kaldıracak düzenlemeler (Aziz Çelik, 5 Ağustos 2019, Birgün) amaçlanır. 

Memur sendikacılığında esasen dizginler ana işveren olan iktidarın elindedir. Yerel yönetimlerdeki küçük fireler dengeyi değiştirmez. İşçi sendikacılığında da halen en yüksek sendikalaşma oranı kamu kesiminde olduğu için, iktidarın siyasi/ideolojik aygıtı Hak-İş palazlandırılır, henüz birinci konfederasyon olamadıysa da, Türk-İş üzerinde yeterli bir baskı aracı olarak kullanılır. Zaten Türk-İş yönetimi de kendi tabanından ziyade siyaseten yakın durduğu iktidarın etki alanındadır.

İşte bu koşullarda iktidarın kamu işçilerine TİS için önerdiği, birinci yıl yüzde 7 + 4, ikinci yıl yüzde 3 + 3 artı enflasyon farkı teklifi, sendikacıların “büyük tepkileri” (“emeğin eylem yapacağı tehditleri” vs.) sonrasında sadece 7 rakamı 8 yapılarak kabul edilmiştir. İktidar, sendikal yönetimlerin işbirliğiyle, sadece kamu işçilerini değil, özel sektörde çalışan emekçileri de ücret sınırlaması baskısı altına almayı hedeflemiş ve şimdilik başarmıştır. (Tabandan gelebilecek tepkilerin ilerde ne gibi değişikliklere yol açacağı belirsizdir). 

SERMAYE-İÇİ KAYIRMA DÜZENEKLERİ

Sermaye kayırmacılığının ikinci boyutu, belirli sermaye kesimlerini diğerleri aleyhine kayırmak biçiminde ortaya çıkar. Hukuk devletinin tamamen iflas ettiği, siyasi ve toplumsal denetim düzeneklerinin işlevsizleştirildiği koşullarda, sermaye-içi gelir/varlık transferleri de uluorta ve büyük pervasızlıklarla yapılmaya başlanır. Sermayenin iktidarı bunun için çeşitli yöntemler kullanır. Kamu siparişlerinin, büyük kamu yatırımlarının, büyük imar avantajlarının belirli sermaye grupları lehine (dolayısıyla kısmen diğerlerinin aleyhine) sonuç vermesi bugün en fazla uygulanan yöntemdir. Eskiden kamu iktisadi teşebbüslerinin ucuz girdi tedariki veya kamu-özel iştirakleri üzerinden de sermaye kayırmacılıkları önem kazanabilmişti. Şimdilerde kamu-özel işbirlikleri yeniden revaçtadır. 

23 Haziran Seçimleri sorasında iktidarın kendisine yakın sermaye gruplarını kayırmacı programına hız verdiği görülmektedir. İlk örnek, Temmuz ayında AKP milletvekillerinin yasa teklifi olarak TBMM’ye sundukları torba teklif içinde, TCMB’nın ihtiyat akçesine el koyma gibi bütçe-kurtarıcı maddeler dışında, “İstanbul yaklaşımı” benzetmesiyle, geçen yılın kur ve faiz şoku nedeniyle kredilerini ödemekte güçlük çeken şirketlere kolaylık getirilmesi düzenlenmekteydi. Yasa teklifini verenlere göre, bankaların tahsili gecikmiş alacakları (veya batık kredileri) Mart 2019’da 106 milyar liraya yükselmişti. Yakın izlemeye alınan kredilerin tutarı da üç kat artarak 285 milyar TL’ye yükselmişti. Yasa teklifi, batık kredilerin “değersiz alacak” sayılarak kayıttan düşürülmesini, böylece özellikle kamu bankalarının bilançolarının “düzeltilmesini” teklif ederken, kalan 285 milyarlık kredi için de vade uzatma, teminat azaltma, anaparadan silme gibi kolaylıklar öngörmekteydi. Bunları yapan bankacılara ise, yaptıkları işlemlerden sonra krediler batsa dahi “zimmet” suçundan dava açılamamasını düzenlemekteydi. Bütün bunların ne gibi tepeden müdahaleler ve kayırmalarla yapılacağı ise, metinde düzenlenmeyen hususlardı kuşkusuz.

İkinci örnek, geçtiğimiz hafta yayımlanan 43. Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK) ile oluşturuldu. “Bazı Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” gibi ucube sisteme uygun bir başlık taşıyan bu CBK, “1 sayılı CB Teşkilatı Hakkında CBK’ nin 217. Maddesinin birinci fıkrasına bir ibare ekleyerek Hazine ve Maliye Bakanlığı’na yeni bir görev/yetki veriyordu: “Hazine’nin Cumhurbaşkanı kararı ile yurtiçindeki ya da yurtdışındaki şirketlere iştirak etmesini sağlamak”! 

Ayrıca aynı CBK ile, kamu-özel işbirliği projeleri için, Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından sağlanacak borç üstlenim taahhüdüne ilişkin iş ve işlemleri yürüteceği belirtilen Ekonomik İlişkiler Genel Müdürlüğü’nün şu görevleri de yapacağı kaydediliyordu:

-“Uluslararası mali piyasalarda mevcut finansman ve türev araçlarını kullanarak dış borç yükünü hafifletici veya kaynak çeşitliliği oluşturmaya yönelik her türlü işlemi yapmak.

-Altyapı projelerinin yerli ve yabancı özel sektör katılımı ile gerçekleştirilmesi için ilgili mevzuat çerçevesinde garanti vermek, buna ilişkin işlemleri yapmak ve bu projelerle ilgili hazırlık, fizibilite ve akit çalışmalarına katılmak, farklı finansman alternatifleri oluşturmaya yönelik çalışmalar yürütmek”.

Bu CBK ile RTE ve damadının istedikleri şirketi (özellikle de zordaki yandaş inşaat ve enerji şirketlerini) kurtarabileceklerine ilişkin haber ve yorumlar yayılınca, Hazine ve Maliye Bakanlığı bir açıklama yaparak “birtakım şirketlerin kurtarılması amaçlanmıyor” açıklamasını yapmak zorunda kaldı ama bu açıklamanın kusuru içeriğinin olmamasıydı!

Aslında bize göre de Bakanlığın açıklaması geçerli olabilirdi, ancak başına “sadece” sözcüğünün eklenmesi koşuluyla! Gerçekten de Hazine iştiraki, “şirket kurtarma” amacı dışında da işe yarayabilirdi. Mesela? 

  • Sermayeyi hizaya getirmenin mükemmel bir aracı olabilirdi. Özellikle de AKP’nin içten karıştırıldığı bir dönemde sermayeye safını doğru belirlemesinin keskin bir uyarısı olarak.
  • Aslında hiçbir finansal zorluk çekmeyen yandaş şirketlere örtük kaynak transferinin bir aracı olabilirdi.
  • Özel şirketler/sermaye grupları arası, yerli ve yabancı şirketler arası birleşmeleri iktidara yakın şirketler lehine zorlamanın tercihli bir aracı olabilirdi.
  • Mevcut Kamu-Özel İşbirliği projelerine kaynak aktarmanın artık zorunlu hale gelmiş bir yöntemi olabilirdi. 
  • Yabancı şirketlerin Türkiye’de doğrudan yatırım yapmalarını özendirici bir Hazine ikramını düzenliyor olabilirdi.

Kuşkusuz başka olasılıklara da açık son derece geniş ve keyfi bir yetki düzenlemesi söz konusudur. Denetim düzeneklerinin bu denli zayıflatıldığı bir ortamda özellikle ürkütücüdür.

Denetim düzenekleri denilince, aynı CBK ile Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın “Muhasebat ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü”nün adını “Muhasebat Genel Müdürlüğü” olarak değiştirdikten sonra bu değişikliğin asıl amacı olarak bu Genel Müdürlüğün çok sayıda denetim yetkisinin budanmasını da bu tabloya eklerseniz, Türkiye’de kamu idarelerinin işlem ve harcamalarının mali kontrol dışında bırakıldığını, usulsüz işlemlerin örtbas edileceği yeni bir ortam oluşturulduğunu, mali saydamlığa son bir darbe daha vurulduğunu daha iyi görebilirsiniz. Aslında bu değişiklik, Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi’nin bir bakıma doğal bir sonucudur.

Toplumsal ve siyasal mücadelenin kolay olmadığını ve bundan sonra daha da zor geçeceğini biliyoruz. Ama böyle bir totaliter yönetim sistemi ile Türkiye’nin yönetilemeyeceğini bu iktidara da göstermeliyiz ve hayatın onun için de zor geçmesini sağlamalıyız.