Politikada kaygan zeminler

 

Olaylar hızlı gelişiyor. Olayların gelişiminin ana ekseni ise daha yavaş değişiyor. Öyle ki bir yıl önce yazdığınız bazı yazıları bugün okuduğunuzda güncelliğini yitirmediğini görebiliyorsunuz. Bununla birlikte dış ve iç politikadaki kaygan zeminler, bazen geçen haftaki yorumunuzu bugün eskitebiliyor.

İdlib buna iyi bir örnek. Bir yandan olayın ana ekseni tarihi seyrini izliyor, kaçınılmaz olana doğru yol alıyor. Öbür yandan henüz dumanı tüten Tahran Üçlü Zirvesi sonrasında olaylar dünkü Rusya-Türkiye ikili zirvesiyle yeniden -geçici olarak da olsa- biçim değiştirmeye yönelmiş görünüyor. İdlib’in yeniden Suriye Devleti’nin egemenlik sahasına katılması için yapılması eli kulağında olan Suriye-Rusya askeri operasyonunun (yeni bir kışkırtma ortaya çıkmazsa) Ekim ortasına ertelenmesi ve Rusya-Türkiye kontrolünde 15-20 km.’lik bir ağır silahlardan arındırılmış bir bölgenin oluşturulması kararı alınıyor. 

Türkiye’deki iktidar çevreleri bunu topluma Tahran’da RTE’nin ateşkes konusundaki kararlı tutumunun sonucu olarak takdim edeceklerdir. İktidarın karar süreçleri içinde yer alanlar bu durumun daha karmaşık olduğunu değerlendirmeyi umarız başarırlar ve Saray’a anlatabilirler. Türkiye’nin fiyaskolarla sonuçlanan Suriye politikasında gerilediği noktada aslında iki önceliği kalmış durumda: Bir, PYD/YPG’yi geriletmek ve bunun için ABD’ye karşı yeni bir denge oluşturabilmek; iki, başından beri destek verdiği Selefi Cihatçıların İdlib mikrokozmozundaki sıkışmışlığı aşmalarını (veya onlara hâlâ seçenek sunulabilmesini veya sadece zaman kazandırılmasını) sağlamak. Bu ikincisine, bu defa silahlı çeteleri de içerecek olan yeni göç dalgasının denetim altında tutulabilmesi bakımından da ihtiyaçları var.

Daha ilginç olan Rusya liderliğinin de politikasını esnetmesi ve zaman kazanmaya oynamayı bu defa kendisi için de yararlı görmesi. Bunun nedenini tahmin etmek zor değil. ABD ve NATO güçleri Doğu Akdeniz’e yığılmaya devam ediyor; bir anlamda Rusya’nın kendi donanmasını aynı bölgede yoğunlaştırmış olmasına “restini görüyoruz” türünden bir karşılık vermeye hazırlanıyor. Rusya’nın burada NATO üyesi olan Türkiye’yi kendi yanında tutmasında sayısız çıkarı var; son tahlilde AKP Türkiye’sinin safını farklı bir biçimde belirleyeceğini bilmesine rağmen. Rusya’nın AKP Türkiye’sinin Suriye’deki duyarlılıklarına şimdi her zamankinden daha fazla ilgi göstermesi ve dikkatini kışkırtmaları püskürtmeye yoğunlaştırması bu bakımdan hiç de anlamsız değil.

Soçi’de 17 Eylül’deki Rusya-Türkiye zirvesinden böyle bir yakınlaşmasının ortaya çıkmasının Batı emperyalizmini olduğu kadar sahadaki HTŞ başta olmak üzere kimi cihatçı örgütleri memnun etmeyeceğini öngörmek hiç de zor değil. Şimdi bu memnun olmayanlar kampı açısından, Soçi Kararlarının ölü doğmasını sağlamak öncelikli hale gelmiş olmalı. İdlib üzerinden Halep ve Lazkiye yönüne füze saldırılarına girişilmesi veya “kimyasal” kışkırtmaları için yeni tertipler oluşturulması ve bu bahaneyle koalisyon güçlerince Suriye ordusu mevzilerine kapsamlı hava saldırılarına yeltenilmesi gibi “seçenekler” masada olmalı. Son Soçi mutabakatı, emperyalizmi Cihatçı güçlerle daha görünür bir ortaklığa itebilecek bir itki yaratabilir.

Bir sorun alanı da, AKP iktidarının da İdlib’te sıkışmış Cihatçılarla son 7 yıldır geliştirdiği dayanışma düzeneklerinin nasıl sonuçlandıracağını bilemiyor olması. Bu cihatçılara Suriye’de iktidarı vaat ettikten sonra şimdi onları onurlu bir hezimete razı etme kapasitesine sahip olduğu artık çok şüpheli. Sahadaki Cihatçı güçlerin, finali, emperyalizmin kullanışlı bir aletine dönüşerek tamamlamak dışında seçeneklere sahip oldukları da öyle. Dolayısıyla, 15 Ekim’e kadar denklemin iyice karışacağı yeni bir sürece girildiğini söylemek çok yanıltıcı olmaz.

***

 

Geçen günlerin en fazla öne çıkan konusu Katar Emiri’nden parayla veya hediye olarak alınan lüks uçan saraydı. Uçağın edinilmesiyle ilgili anlatılan hikâyenin yalanlanması Türkiye’nin itibarını sarsacak bir arkaplanın açığa çıkmasına yol açmıştı; toplumun özveriye çağrıldığı bugünkü kriz koşullarında Ortadoğu şeyhleri tarzında bir saltanata meyledilmesinin tekrar tekrar açığa çıkmış olması da cabasıydı.  Anamuhalefetin konunun takipçisi olması ve gündemde tutma eğiliminde gözükmesi de –tüm haberleri istediği gibi yönlendirmeye çok yaklaşmış olan- iktidarının rahatsızlığını misliyle arttırdı. 

Tayyip Erdoğan’ın İş Bankası’ndaki CHP hisselerini yeniden ısıtıp gündeme getirmesi bundan bağımsız olmamalı. AKP bu konuyu aslında hiç rafa kaldırmadı. Sadece Atatürk’ün vasiyeti olan CHP hisselerine değil İş Bankası’nın tüm hisselerine el koyma niyetlerinden de hiç vazgeçmedi. Uygun ortamı kolluyor. CHP’nin verdiği her rahatsızlıkta da bir tehdit unsuru olarak kullanıyor. 

CHP’nin İş Bankası’ndaki hisselerine el konulmasının tarihi örneği de var. Kenan Evren yönetimi, 12 Eylül faşist darbesinin hukuksuzluk ortamında hem CHP’yi kapatmış hem de İş Bankası’ndaki Atatürk’ün vasiyeti olan hisselerine el konulmasını sağlamıştı. Ancak 10 yıl sonra CHP yeniden kurulduktan sonra bu hisseler hukuk yoluyla geri alınmıştı.

Sağ iktidarların CHP’ye yönelik benzer saldırılarının tarihi ise çok partili dönemin başına kadar gider. 1950’de iktidar olan Demokrat Parti, bugünkü tek adam rejiminin sahip olduğu anayasal/yasal destek zeminine sahip olmaksızın dahi Meclis’e yansıyan aşırı gücünü nasıl bir baskı rejimine dönüştürebileceğinin örneklerini vermişti. CHP'nin tarihi hatasıyla seçimlerde "liste usulü çoğunluk sistemi" uygulandığı için, 1950'de aldığı yüzde 55 oyla Meclis'teki sandalyelerin yüzde 85'ini elde eden DP, bu seçim sarhoşluğunu baskıcı bir rejim oluşturmaya tahvil etmekte gecikmemişti. (CHP’nin Meclis’te temsil oranı ise yüzde 40 sınırındaki oyuna karşılık yüzde 14’te kalmıştı). Baskıcı rejimin ilk habercisi, henüz 1950 yılında CHP'nin genel merkez binasına el konularak Hazine’ye devredilmesi olacaktı. Aralık 1953'te bunun devamı gelecek ve CHP'nin tüm taşınmaz malları Hazine'ye devredilecekti.

Türkiye’de sağ siyasal iktidarlara muhalefet yapmanın kolay olduğu pek söylenemez. Ama asıl zor olan yürürlükteki ekonomik sistemin iktidarına muhalefet edebilmektir. Eğer bu ikincisine karşı etkili bir kitlesel muhalefet örgütlenebilse – ki bunun düzen partilerinde hiçbir karşılığı yoktur- zaten İslamo faşist hareketlerin iktidar olması olasılığı da kalmazdı. 12 Eylül darbesi, sermaye düzenine karşı kitlesel bir sol muhalefetin gelişmesi olasılığını tamamen ortadan kaldırmak için yapıldı. Bugünkü iktidar da onun türevinden başka bir şey değildir.