Nâzım Hikmet ve gençlik

Nazım Hikmet'i 54 yıl önce yitirdik. Nazım'ın ölümünden sonra iki askeri faşizm dönemi yaşandı, şimdi ise daha kalıcı, kapsamlı ve giderek sıradanlaşan bir sivil faşizm dönemine girilmiş durumda. Bu  nedenle bu yıl büyük şairi anmanın daha özel bir önemi olduğunu düşünüyorum.

Nazım'ın ölümünün 10. yılında, Haziran 1973'te, "Fransa Türk Öğrenci Birliği" (FTÖB) olarak Paris'te bir haftalık anma etkinlikleri düzenlemiştik. (Buna İngiltere Öğrenci Birliği'ni de ortak etmiştik, ama bu isimceydi). Bu etkinliklerde edebiyat dünyasının evrensel isimleri -ki bunların önemli bir bölümü Nazım'ın henüz hayatta olan edebiyatçı/şair dostlarıydı- katkılarını esirgemediler. Nazım üzerine yapılan tartışmalı toplantılara çoğu bizzat katıldı; bu anma haftasının kayıtları Fransa'nın çok önemli bir edebiyat dergisinin özel sayısında (EUROPE, Revue littéraire mensuelle, Kasım-Aralık 1974 sayısında) yer alırken anma ve değerlendirme bölümlerine ek katkılar da yapıldı.

Europe Dergisi'nde anma yazıları bölümünde, sırasıyla, Pablo Neruda, Miguel Angel Asturias, Constantin Simonov, Aragon, Andrei Voznessenski, Rassoul Rza, Anouar Abdel-Malek, Victor Komissarjevski yer aldı. (Dergi yönetimi, benim FTÖB başkanı olarak aşağıda çevirisini vereceğim açılış konuşmama da bu anma bölümünde yer verme inceliğini göstermişti).

Bildiriler ve tartışmalar bölümünde yer alan isimler arasında ise, sadece Türkiye kökenlileri sayarsak, Nedim Gürsel, Abidin Dino, Altan Gökalp, Necmiye Alpay, M. Savcı, Güzin Dino, Ercan Eyüboğlu isimlerini görürüz. Ercan Eyüboğlu (halen siyaset bilimi alanında öğretim üyesi) bu anma haftasının gerçekleştirilmesinde en çok emek verenlerin başında geliyordu. FTÖB yönetiminde görev almış bulunan Ercan gibi Raşit Kaya (siyaset bilimi alanında öğretim üyesi) ve Cem Behar (iktisat/iktisat tarihi alanında öğretim üyesi) ve isimlerini şimdi sayamadığım diğer öğrenci arkadaşlarımız da (örneğin Nedim Gürsel) bu etkinliğin gerçekleşmesine önemli katkılarda bulundular. (Europe Dergisi'nin bu özel sayısının bir fotokopisini NHKM Ankara merkezine vermiştim).

Bu etkinliğin yapıldığı tarihte henüz 12 Mart Cuntası işbaşındaydı. Denizler bir yıl önce idam edilmişti, genel seçimlerin zamanında yapılıp yapılmayacağı henüz belirsizlik taşıyordu. (Seçimler 14 Ekim 1973'te yapılıp birinci parti Ecevit'in CHP'si olunca siyasi iklim bir anda değişecekti; ama henüz oradan uzaktık). Etkinliğin düzenlenmesinde baş rolde olan FTÖB yönetimi ve çevresindeki arkadaşlar olarak (ben, Ercan, Raşit, vd.) genellikle 1416 sayılı Kanun uyarınca devlet bursuyla doktora yapmaktaydık. Bu dönemde bursumuzun kesilmemesinde rol oynayan iki etken vardı: Birincisi, Fransa'daki TC Büyükelçisi Hasan Esat Işık'tı ve bizim demokratik tepkilerimize büyük bir hoşgörüyle bakmaktaydı; ikincisi, askeri cunta bütün bakanlık kadrolarını ve yurt dışı temsilciliklerini (örneğin MEB'e bağlı çalışan öğrenci temsilciliklerini) değiştirebilecek bir kadrolaşma olanağına ve zamanına sahip olamamıştı. 

Bu koşullar altında anma haftasının son günü, büyük bir öğrenci sitesi olan Cité Universitaire'in büyük konferans/konser salonunda yapılan ve Mikis Theodorakis başta olmak üzere önemli sanatçıların da sahneye çıktığı geceyi, aşağıda çevirisini sunduğum (ve hazırlanışına Cem Behar'ın da katkı verdiği) açılış konuşmasıyla başlatmıştım. 

Dergi yönetimi, "O zamandan beri koşullar çok değişmiş olmakla birlikte, bugünkü gençliğin Nazım Hikmet anısına düzenlenen Kollokyumu hangi koşullarda düzenlemiş olduğunu belirtebilmek için bu sunuşu hiç değiştirmeden yayınlıyoruz" notunu düşmeyi ihmal etmeden Europe özel sayısına bu konuşmayı almıştı. İşte o sunuş:

'NAZIM HİKMET VE ÖĞRENCİ GENÇLİK'

"Bir Türk şairinin anısının burada bu denli geniş bir gösterinin konusu olabilmesi bizim için sevinç kaynağıdır. En büyük çağdaş Türk şairi dışarıda bu denli coşkulu bir kutlamaya konu olurken çok sevmiş olduğu kendi ülkesinde kutlanamaması ise, ne yazık ki, madalyonun öteki yüzünü göstermektedir.

Nazım'ın kendisi de 1961'deki "Otobiyografi" şiirinde şöyle yazmıyor muydu:

    'yazılarım otuz kırk dilde basılır

    Türkiye'mde Türkçemle yasak'

Gerçekten de Nazım Hikmet'in eserleri Türkiye'de sadece 1963-71 arasındaki kısa bir dönemde serbestçe yayınlanabildi ve geniş kitleler tarafından okunabildi. 1961 Anayasası ile getirilen göreli özgürlük bunun için uygun bir zemin yaratmıştı. Eserlerinin  önemli bir bölümü -şiirleri, tiyatro eserleri, romanı- geniş bir yayım konusu olabildi. Şiirlerinin bazıları müzik bestelerine dönüştürüldü. Kısacası Nazım, Türk edebiyatında kendisine ait olan yeri bulmaya başlamıştı. 

12 Mart 1971 hükümet darbesinden neşet eden faşist baskı rejimi tüm bunlara son verdi. Öncelikle, bu baskılama Türkiye'de daha önce görülmemiş düzeylere yükseldi. Binlerce kişi -öğrenci, öğretmen/öğretim üyesi, gazeteci, avukat- gözaltına alındı, tutuklandı. İşkence, bugün artık daha iyi bilindiği gibi, sistematik olarak uygulandı. Bütün sol gazete ve yayınlar, en ılımları dâhil, yasaklandı. İşçi sınıfınını siyasi örgütlenmeleri, bunlar arasında Türkiye İşçi Partisi, kanundışı sayıldı. Bütün yöneticileri tutuklandı ve 15 yıl hapse mahkum edildi. Büyük basın susturuldu ve açıkça sansürlendi. Sıkıyönetim ilanı, ki büyük şehirlerde hâlâ yürürlüktedir, orduya tüm bu operasyonların kontrolünü eline alma fırsatını verdi. Tam bir jurnalcilik ortamında, sistematik bir biçimde devasa insan avları örgütlendi. Bunları siyasi davalar/duruşmalar izledi. Her türlü yasal ve anayasal kural hilafına, yüzlerce kişi daha şimdiden çok ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Mussolini'nin ceza hukuku katı bir biçimde uygulandı. Anayasaya aykırı mahkemelerin verdiği hükümlerle üç genç yurtsever, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan idam cezasına çarptırıldılar ve 6 Mayıs 1972'de idam edildiler. Üstelik, bir seri kanun ve anayasa değişikliğiyle iktidarın baskı araçları daha da güçlendirildi.

Tam şimdi bile, bir diğer yurtsever, Ziya Yılmaz ölüm tehlikesi altındadır. İstanbul askeri mahkemesi tarafından idam cezasına mahkum edilmesine yönelik hukuki süreç tamamlanmak üzeredir ve bugün artık idamı birkaç haftalık bir meseledir.

Gene çok yakında, 70'i aşkın cinayet yeterli olmazmış gibi, bir başka genç yurtsever, Nahit Töre, aynı askeri mahkemeler tarafından idama mahkum edilmiş bulunmakta. Fransa'nın ve dünyanın tüm demokrat ve ilericilerini bu telafi edilemez cinayetleri engelleyebilmek için harekete geçmeye çağırıyoruz. Bu bağlamda hepinizi, dağıtılmış bulunan toplu dilekçeyi yoğun bir katılımla imzalamaya davet ediyoruz.

İfade ve düşünce özgürlüğü üzerine atılmış 'siyah şal', Nazım Hikmet'in eserlerini dışarda bırakamazdı. Yayını ve satışı yasaklanan birçok eser içinde, marksizmin klasikleri, Malraux'nun kitapları, Einstein'ın İzafiyet Kuramı dışında, elbette Nazım Hikmet'in bütün eserlerini de buluyoruz.

Şu an için Nazım'ın eserlerinin sadece yayını ve satışı değil, onların bulundurulması veya okunması dahi yasaklanmıştır. Yayıncılarda el konulan eserlerinin binlerce nüshası yakılmıştır. Henüz geçenlerde, bir baskın sırasında evinde Nazım'ın kitapları bulunan bir kişiye 6 ay hapis cezası verilmiştir.

Şiirin ve siyasetin Nazım Hikmet'in hem kişiliğinde hem de eserinde ayrılmaz bir bütün oluşturduğunu biliyoruz. Ama eserlerinin  yayınlanması veya yasaklanmasının Türkiye'de ifade ve düşünce özgürlüğünün varlığını tanımlayan ölçütlerden biri haline gelmiş bulunması, bize bu bütünlüğün nasıl yaşayan Nazım Hikmet'in kişiliğini aşan bir noktaya geldiğini göstermektedir.

'Onlar ümidin düşmanıdır...' diyordu Nazım Hikmet; bizim umudumuz, Türkiye gençliğinin umudu yenilmezdir ve tıpkı Nazım'ın mücadelesi gibi bizim anti-faşist ve anti-emperyalist mücadelemiz de mutlaka zafere ulaşacaktır".

***

12 Mart döneminde ülkenin içine sokulduğu faşist cendere, 12 Eylül'de daha fazla sıkılmıştı. Bugün yöntemler değişmiş olabilir; Nazım Hikmet ve sol yayınlar yasaklı olmayabilir; sistematik işkence daha az görünür olabilir, idam olmayabilir. Ama daha yaygın baskılar söz konusu; sokakta infazlar idamların yerini almış durumda; milletvekilleri, gazeteciler, aydınlar içerde; cezaevleri tıklım tıklım ve habire yenileri inşa edilmekte; solda duran kamu görevlileri/akademisyenler büyük baskı altında; 'sivil ölümü' de içeren daha kalıcı dışlamalar söz konusu; kitlesel işten atılmalar görülmemiş boyutlarda. Günlük/sıradan faşizm, en tepelerden aldığı kışkıtmalarla ve siyasal İslam dayanaklarıyla etki çemberini genişletiyor. 

Kuşkusuz bu baskılar bir aczin de ifadesi. İktidarda başka türlü tutunamamanın, bir yönetim krizinin de kanıtı. Ve kuşkusuz teokratik bir otokrasi inşasına karşı bugünkü mücadele biçimleri de farklılaşıyor. Ama örgütlenme gereksinimi değişmiyor. Gençliğin umudunun yenilmezliği de...