Kırılmalar

Her türlü ölçünün aşıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bunun olabilmesi, çok sayıda kırılmanın peşpeşe gündeme gelmesiyle ilgili. Bir kısmı yıllanmış sorunların açığa çıkmasıyla oluşurken bir kısmı son zamanların ürünü. Hepsi birden bir projenin (Sünni İslamcı rejim kurma ve bunu sınır ötesine genişletme/ihraç etme projesinin) çöküş sancılarıyla ilişkili. Projenin hem iç hem dış ayakları çökmekte.

Sadece son iki haftanın resmine bakalım: 31 Mart Yerel Seçimlerinde büyük kayıplar vererek siyasi bir şok yiyen AKP, İstanbul'da sandıkta yitirdiği seçimi masada ve YSK üzerine kurduğu baskılarla kazanmaya çabalamakta. Toplum nezdinde ve uluslararası sahnede meşruiyet zeminini yitirmek pahasına, İstanbul sonuçlarını kabullenmemek için diretiyor. Şimdiye kadarki yükselişinde arkasına aldığı "sandık meşruiyetini" bile kolayca feda edebileceğini gösteriyor. Ancak hem toplumun tepkilerinden çekindiği için (stadyumlar ortalığı boşuna inletmiyor), hem de Türkiye'nin içinde yer aldığı uluslararası ilişkiler bütününden bir kopuşa sermayenin hiçbir biçimde razı olmayacağını bildiği için, hareket alanı giderek daralıyor.

Bu arada Damat'ın 10 Nisan'da açıkladığı YEP uzantısı "Yapısal Dönüşüm Adımları" programı, beklenen etkiyi yapamıyor. Hem ekonomi yönetiminin güven vermekten artık çok uzak oluşu, hem de mevcut iktidarın mevcut ekonomik ilişkiler bağlamında artık krize karşı etkili iktisat politikası araçlarına sahip olmaması nedeniyle. Sermaye, kendine dönük bir programı memnuniyetle karşılasa da, programın kriz çözücü unsurlardan uzak oluşunu kaygıyla izlemekte; iktidarın toplumdan rıza üretebilme zorluklarının artması olasılığını da hafife alması beklenemez. 

Son günlere bakılırsa resim daha da dramatikleşiyor: ABD'de peşpeşe AKP'nin birinci adamdan sonraki en güçlü simaları boy gösteriyor. Gölge Cumhurbaşkanı yardımcısı rolündeki Damat Bakan, "Yapısal Dönüşüm Adımları"nı bir de bu işin kâbesinde açıklayayım derdine düşmüşken, katılan yatırımcılardan "tatmin edici hiçbir detay ve yanıt veremedi", "son zamanlarda bir maliye bakanından izlediğimiz en berbat sunumdu" biçiminde adeta alay konusu değerlendirmeler gelmesi, utanç verici bir finale doğru sürüklenildiği izlenimini vermekte. Hemen ardından ABD'de arz-ı endam eden cumhurbaşkanlığı sözcüsü Kalın ile Milli Savunma Bakanı Akar'ın da Türkiye'nin NATO'ya bağlılığını ve NATO'daki önemini vurguluyarak muhataplarının S-400 tepkilerini yumuşatma çabaları, AKP'nin yutamayacağı kadar büyük bir lokma ısırmış olabileceğini akla getirmekte.

Oysa henüz birkaç yıl önce herşey ne kadar da yolunda gibi görünüyordu! Tartışılmaz denilen dış politika gelenekleri nasıl da kolayca altüst ediliveriliyor, dokunulmaz denilen Cumhuriyet kurumları nasıl da alay edilircesine birbiri ardına çökertiliyor ve teslim alınıyordu. 2011 seçimlerinde %49,5 yakalanınca artık karşıda direnebilecek hiçbir toplumsal gücün de kalmadığı/kalamayacağı hesapları yapılıyordu. Böylece ABD güdümle FETO'cu koalisyon ortağına bile dirsek çıkarma, onunla iktidarı daha az paylaşma hevesleri yeşertilmeye başlanıyordu. 

Kendi gücünü aşırı abartma 2011'den sonra tavan yapacaktı. İçerde, Cumhuriyet değerlerine bağlı kalacağı için kendisine biat etmeyeceği düşünülen TSK üst kademesinin derdest edilmesi; 2010 sonrasında hukukun ayaklar altına alınması; tek adam rejiminin ağır ağır hazırlanması... Dışarda, "stratejik ortak" diye övünülen ABD'yi ve yanısıra dünyanın bütün melanetini Suriye'ye çekerek meşru Suriye Arap Cumhuriyeti'ni çökertme operasyonu... Bugün Suriye bağlamında yakındığı veya yakınmadığı bütün olumsuzlukları -aşırı bir özgüvenle yani cahil cesaretiyle- adım adım inşa etme süreci...

2011, bir tarihsel dönüm noktası olarak, 2002 ve 2007 kadar önemli görülmüştü. Ama dönüm noktaları burada durmayacak, devamı da gelecekti: Halk tepkisi olarak Haziran 2013 ve örtülü koalisyon ortağının yolsuzluk operasyonu olarak Aralık 2013; bir seçim yenilgisi olarak Haziran 2015 ve kışkırtılmış terör gölgesinde Kasım 2015... 15 Temmuz 2016 tarihindeki silahlı ve cemaatçi darbe girişimi, Türkiye Cumhuriyeti tarihi açısından bir ilkti. (Osmanlı'daki 31 Mart irtica ayaklanması da bundan farklıydı; çünkü 2016 Türkiye'sinde ne yazık ki bir bakıma iki tarikat grubu karşı karşıya geliyordu). Bu, iktidarı elinde tutanlar açısından "Allah'ın bir lütfu" idi aynı zamanda; çünkü böylece Nisan 2017 Anayasa darbesi ve 2018'deki tek adam sultasına doğru resmi dönüşüm gerçekleştirilebilecekti. 

Ama çekirgenin son sıçrayışında ulaştığı dönüm noktası, 31 Mart 2019, yeni bir kırılmanın da habercisiydi. Osmanlı'da 31 Mart 1909 (aslında tam tarih olarak 13 Nisan 1909) irtica kalkışmasına ve istibdada geri dönüş hamlesine Hareket Ordusu'nun verdiği cevap, bu defa 31 Mart 2019'da halkın otokrasiye ve tek adam sultasına karşı bir cevabına dönüşüyordu adeta. Bu yeni kırılma, devletin bütün gücü kullanılarak yapılan dayatmalara, seçim hukukunun ve güvenliğinin ayaklar altına alınmasına karşın, AKP'nin 2018'de vizesini aldığını sandığı toplum projesinin temellerinin ne kadar çürük olduğunu da göstermekteydi. Yenilgiyi kabullenmek istememenin ardında -kaybedilen ekonomik çıkar ağları bir yana- işte bu siyasi/ideolojik zemin kaybının da belirleyici rolü vardı.

Tam da bu sırada Cezayir ve Sudan otokrasilerinde çatlamalar, sermaye-siyasetçi-ordu oligarşisinin (bazen bunların belirli bölümlerinin) hakimiyetinin devamı için tepedeki figürün kolayca feda edilmesi, dünyanın diğer otokratlarını da tedirgin ediyordu mutlaka. 

Bugün iyi yetişmiş işgücünün "dışarıya" kaçmanın yollarını aradığı, dinci eğitim modeli iflas etmiş, ekonomisi dikiş tutmayan ve dünyanın en kırılganları arasında yer alan, IMF'nin kapısını çalmaya zorlanan (bu kapıyı çaldığında dahi, talebinin kabülü için ek siyasi ödünlere zorlanabilecek olan) bir AKP Türkiye'si söz konusudur. Bu kadar kırılgan bir ekonomiyle, emperyalizme sırtını dayayarak alt-emperyalist roller üstlenmeye kalkışmak, bu arada bölge güçleri arasında sonu gelmez valslere kalkışmak, bir tükenişin de öyküsüdür aynı anda.