İslamizasyonun Özneleri Üzerine

Türkiye’de İslamizasyonun (veya siyasal İslamlaştırmanın/İslami dinselleştirmenin) özneleri incelenmek isteniyorsa,  hem iç hem de dış öznelerin sahne aldığı ve karşılıklı etkileştikleri bir alana girildiğini dikkate almak gerekir.

Kuşkusuz içinden geçilen iktisadi ve siyasi ortamın da şekillendirdiği bir tarihsel süreçte, iç etkenlerin varlığı İslamizasyonun olmazsa olmazıdır. Eğitim düzeyi düşük, tarım toplumu niteliğini koruyan, kırsal nüfusun büyük bir ağırlık taşıdığı, iletişim ve ulaşım araçlarının çok yetersiz olduğu ve dolayısıyla içe kapalı kırsal yerleşim birimlerinin hakim olduğu bir toplumsal formasyonda, İslamizasyon için uygun koşullar zaten laikleştirmeye kıyasla daha fazla vardır. Buna rağmen 1945'lere kadar laikleşme baskın eğilimdi; ama 1950'lere adım atılırken sosyal/demografik/siyasi gerçeklik de aksi yönde bir bükülmeye uygundu.

İslamizasyonun iç özneleri arasında ilk sayılacak olanlar, İslamizasyonu kendileri için bir varlık nedeni olarak benimseyen, ama iktidar güçlerini kullanabildikleri andan itibaren de bunu bir toplum projesi olarak hedeflemeye hazır olan siyasal İslamcılardır. Her dönemde var olmuşlardır, ancak 1946 ve özellikle 1950 sonrasında rüzgarı arkalarına almışlardır. Bu akımların 1970'lerde doğrudan siyasi örgütlenmeleri öncesindeki en önemli sığınak noktaları sağ siyasi partiler, çeşitli yayın organları ve 'komünizmle mücadele dernekleri' gibi dernek yapıları (araçları) olacaktır.

İkincisi, iktidara gelen “merkez sağ” siyasetler her zaman İslamizasyonun dolaylı siyasi öznesi olmaya yatkın olmuşlardır. Dinci sağa göz kırparak siyaset tabanını genişletmeye çalışan bu iktidarlar, bu kanattan gelen taleplere her zaman cömert karşılık vermişlerdir. "Ne istediniz de vermedik?" vecizesi, dinci sağ içi bir mesele olmak kadar merkez sağ-dinci sağ ilişkilerini de düzenleyen bir ilişki biçimi olarak 1950'lere kadar götürülebilir.

Üçüncüsü, laiklik ilkesinin anayasaya, eğitime girmesinin ve topluma mal edilmesinin öncüsü olan kurucu siyasal oluşum da, 1946 sonrasında hem dinci sağ üzerinden gelebilecek tepkilerden/ saldırılardan çekindiği hem de siyaset tabanının daralmasından ürktüğü için, laiklik çizgisinden ödün vererek İslamizasyonun pasif yol açıcıları arasına girecektir. Bu süreçte 1960'larda kısmî bir kırılma yaşanacak, ancak 1970'lerdeki Ecevit dönemiyle birlikte yeniden "tarihi uzlaşma" modellerinin denendiği bir döneme girilecektir.

Dördüncüsü, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) bir siyasal özne olarak Türkiye'de oynadığı roldeki değişmelerdir. NATO ordusu olduktan sonra dış etkilere, özellikle de Atlantik ötesinden gelen etkilere açık duruma gelen TSK, 1960 darbesinde ilerici bir rol oynama takatini hâlâ kendinde bulsa ve demokratik bir anayasal sürecin başlatılmasına vesile olsa dahi, bu rolü 1971 darbesiyle terk etmiş ve sermayenin ve dış güçlerin emrinde önceliğini yükselen sol güçler ile mücadeleye vermiştir. 1980 askeri darbesi bu rolünü pekiştirirken çarpıcı bir değişimi daha gündeme getirmiştir: O zamana kadar hâlâ "laik" ve "kemalist" olduğu kabul edilen ordunun, 1980'lerde yeni bir ivme kazanacak olan İslamizasyon hareketinin dolaysız siyasi öznesi olmaya yatkınlığını göstermesi bakımından tarihsel bir dönemeç olmuştur. 1980'lerde solun siyasal ve sendikal hareketlerinin ezilmesiyle/sindirilmesiyle yetinilmemiş, siyasette açılan boşluğun İslamcı akımlarla doldurulmasının zemini oluşturulmuştur. Bu, dış dinamikten bağımsız olmamıştır.

Beşinci belirleyici özne, dinci akımlar veya siyasi partiler ve TSK gibi kurumsal özneler açısından değil de hâkim sınıflar perspektifinden bakıldığında ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz bu özne ile önceden sayılan özneler arasında karşılıklı etkileşimler süreklilik arz eder, ama sınıfsal dinamiklerin kurumsal dinamikleri belirleyici etkisi daha güçlüdür. Bu arada, sermayenin bazı İslamcı kesimlerinin, İslamizasyon süreçlerinin öznesi olmak yanında -sahada iş gören şirketleri aracılığıyla- doğrudan doğruya bu sürecin organik uygulama araçları düzeyinde ele alınmaları dahi mümkündür. F. Gülen Cemaatinin şirketlerinin İslamizasyonun araçları olarak oynadığı roller bu bakımdan öğreticidir.

İslamizasyon eğilimlerini sermayenin birikim sorunlarıyla birlikte ele almamak veya dinsel ideolojiyi sermayenin hegemonya kurma araçlarının önemli bir parçası olarak yeterince dikkate almamak, bütünlüklü bir analize izin vermeyecektir. Ancak bu saptama bizi sermayeyle İslami akımlar arasında birebir özdeşlik kurmaya veya sermayenin çeşitli fraksiyonları bakımından ortaya çıkabilecek farklılıkları görmezden gelmeye götürmemelidir. Kuşkusuz bu da içinden geçilen döneme göre görelidir ve değişkenlik gösterecektir. Örneğin 1980 askeri rejiminin, emek aleyhine düzenlemelere rıza üretmek için dini bir araç olarak kullanmasına sermayenin onayı tamdır yani bütün kesimlerini içermektedir; ama AKP iktidarının 2013 sonrasında bütün kuvvetleri tek bir kişide toplamaya yönelik "başkancı rejim" yönelişinin teokratik temeller üzerinde inşasına aynı genişlikte ve aynı katılıkta bir sınıfsal onayın verildiği söylenemez.

Sermayenin mütehakkim kesimleri, kendi mülkiyet ve girişim güvenliklerini tehdit edebilecek aşırı kişiselleştirilmiş bir güç yığılmasına niçin olumlu bir gözle baksınlar? Üstelik, sınıf çıkarlarını koruyabilecek özel temas kanallarının daralmasına, bakanlarla işlerin hızlıca bitirilmesini giderek kısıtlayan bir ortamın oluşmasına, bu arada "tek adam- devletinin" gazabına uğrama risklerini taşımaya, neden çok gönüllü olsunlar?

Bütün bunların üstüne, bir kültürel/ideolojik yapı olarak İslamcılığın kendine özgü hedefler dizisini, günlük yaşama müdahalelerini eklemek gerekir. Burjuvazinin Batılılaşmış kesimlerinin, özel yaşamlarını, benimsemedikleri bir İslâmî kurallar dizisine uydurmaya çalışmalarının da belirli sınırları olabilecektir.

Bu koşullarda, sermayenin belirli kesimlerince alttan alta farklı iktidar dengeleri/alternatifleri aranabilecek, bu arada iri sermaye çevreleri kendilerini güvenceye almak için ülke dışında yatırım yapmaya, dışarıya sermaye çıkarmaya daha eğilimli olacaklardır. Dolayısıyla, sermayeyi bölünmez bir yapı olarak gören, sermaye katmanları arasındaki farklılıkları yok sayan indirgemeci analizlere mesafeli olmakta yarar vardır.

Bütün bunlar veri iken, dışa açık bir ekonominin dışa ve kamu yatırımlarına/kamusal rantlara/devlet teşviklerine bağımlı sermaye kategorilerinin kendi tercihlerini tam yansıtmayan monolitik iktidar türleriyle de -başka seçenekler ortaya çıkmadığı sürece- uyumlu geçinme kapasitelerini geliştirmeye çalışacakları açıktır. Son tahlilde sermaye açısından yukarıda sayılan türden olumsuzluklar kaçınılmazsa, sermayenin uyum süreçlerinin, bugün de görüldüğü gibi, şaşırtıcı bir hızla işleyebileceği kabul edilmelidir.

***

Buraya kadar “Yeni Bir Aydınlanma İçin. Gericiliğe Karşı Aydınlanma Mücadelemiz” başlığıyla Yazılama Yayınevi’nden Temmuz 2017’de Orhan Gökdemir, Gamze Erbil ve Zeynep Ağdemir’in editörlüğünde yayınlanan kitapta yer alan uzun bir makalemizin giriş bölümünden (çok küçük değişikliklerle) yapılan alıntıyı okudunuz. Buraya aktardığımız girişin devamı yani İslamizasyonun dış özneleri için kitaba gönderme yapmakla yetiniyoruz; bu arada makalenin asıl konusunun, başlığında ifade edildiği gibi, “Türkiye’de İslamizasyonun Kökenleri ve Araçları Üzerine” olduğunu; bu arada kitapta bu makalemiz ile birlikte 10 değerli yazarın daha katkılarını bulacağınızı belirtmeyi de unutmadan…