Havadan sudan, ormandan...

Ekonomik kriz eşiği aşılıp kriz yönünde "kararlılıkla" ilerlerken, TL'nin değer kaybında her gün yeni rekorlar kırılırken, faizler yeni tavanları denerken havadan sudan bahsedilir mi? Siyasette her yer toz dumanken, aday listeleri tartışmaları gündemin ilk sırasına oturmuşken güncel siyaset dışına çıkılır mı?

Belki de "tam da bu sırada çıkılır" demenin zamanı olabilir mi? Kaldı ki, hiçbir toplumsal ve doğal alanın siyasi kararlar dışında bir varoluşunun olamayacağı düşünüldüğünde!..

Haftalardır gündemimize alıp da değinemediğimiz Devlet Su İşleri (DSİ) ve ormanlarla ilgili, "yangından mal kaçırırcasına" kotarılan 7139 sayılı bir  torba yasa düzenlemesi var. Bir ay önce, tam olarak 19 Nisan 2018'de Resmi Gazete'de yayımlanarak yasalaşan ve erken seçimin gündeme girmesiyle neredeyse görünmez kılınan bu düzenleme, suyun, toprağın, ormanların metalaştırılarak özel şirketlerin emrine sunulmasının son halkasını oluşturmaktadır.

30'a yakın kanunda değişiklik yapan, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nın (kısaca Tarım Bakanlığı) bir dizi hizmet ve görevini personel ve teşkilat kapasitesini dikkate almadan DSİ'ye devreden, DSİ ve Proje İdaresi aracılığıyla da özel şirketleri devreye sokan bu düzenleme, suların ve su havzalarının kullanımını on yıllar sürecek dönemler boyunca ticarileşmeye ve doğa yağmasına açmaktadır.

Tarım arazilerinin arazi toplulaştırma yetkisini Tarım Bakanlığı'ndan alarak DSİ sorumluluğuna veren; arazi toplulaştırılmasında "kamu yararı" statüsü kapsamında "arazi maliklerinin muvafakati aranmaksızın zorunlu arazi toplulaştırma ve tarla içi geliştirme hizmetlerinin yapılabilir veya yaptırılabilir" olmasını hükme bağlayan; "asgari tarımsal arazi büyüklüğü altındaki tarımsal arazileri toplulaştırma veya kamulaştırma" yetkisini DSİ veya proje idaresine veren; DSİ'ye sulama birliklerinin feshedilmesine kadar gidebilen yönetim, denetim ve gözetim yetkileri devreden bu düzenleme her türlü zararlı sonuca yol açabilecek hükümler içermektedir.

Ayrıca kanunun ikinci maddesiyle DSİ kanuna eklenen, "baraj, gölet ve kanal gibi su yüzeyleri ile rezervuar alanında azami su kotu ile işletme kotu arasında kalan yerlerde güneş enerjisi sistemlerinin kurulmasına yönelik taleplerden uygun görülenleri bedeli karşılığında kiralamak" hükmüyle, tüm doğal kaynakların özele kiralanması/işletilmesi/devredilmesi ve böylece kamu finansman ihtiyaçlarının karşılanması eğiliminde hiçbir alanı boş bırakmayan ultra-liberal anlayışlarda yeni yöntemler de oluşturulmaktadır.

Tarım Bakanlığı'ndan DSİ'ye devredilen yetkiler arasında 378 sulama birliğinin tamamının devri, bunların organlarının (Birlik Meclisi, YK, DK) tasfiyesiyle birlikte ise yönetim, gözetim ve denetimlerinin de DSİ'ye geçmesi; bu birliklerin başkanlarının DSİ'nin teklifi üzerine Bakan tarafından kayyım atar gibi 4 yıl süreyle görevlendirilmesi (m.46-47); 2500'ün üzerindeki sulama kooperatifinin kurulmasından denetim ve gözetimine kadar olan yetkilerin de DSİ'ye devri vb. yer almaktadır.

Öte yandan, "sulama işletme ve bakım ücretlerini veya su kullanım hizmet bedelini zamanında ödemeyen" çiftçilerin borçlarının, devletçe yapılan destekleme ödemelerinden olan alacaklarından mahsup edilmesinin ilgili yasaya eklenmesi (6200 sayılı yasaya eklenen Ek 11. madde) yoluyla çiftçilerin yaşam damarlarına müdahale edilmektedir. Bu madde, önceliğin tarımsal desteklemede değil kamu alacaklarının tahsilinde olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde, Sulama Birlikleri Kanununa göre tüzel kişiliği sona eren sulama birliklerinin sulama tesislerinin DSİ yönetimine bırakılması veya DSİ'nin talebiyle belediyelere veya İÖİ'ne devredilebilir olmasının düzenlenmesi de, iyi kötü demokratik bir düzenekle işletilen su hakkının siyasal iktidarın şantajına maruz bırakılabileceğini göstermektedir. (Bugün itibariyle Sulama Birlikleri 14.487 Meclis üyesiyle birlikte 1.450.000 üyeye sahiptir. DSİ 2016 Raporuna göre, Sulama Birliklerinin yüzde 73'ü iyi ve çok iyi düzeyde başarılıdır; yüzde 23'ü orta düzeyde başarılıyken yalnızca yüzde 3'ü kötü yönetilmektedir).

Akarsular üzerindeki su kullanım haklarını 49 yıllığına HES lisansları ve su kullanım hakkı sözleşmeleriyle bir süredir özel şirketlere devretmekte olan AKP iktidarı, şimdi de suyu metalaştırmanın da ötesine geçerek su havzalarını bütünüyle sermayenin hâkimiyetine sunmaktadır. Bu yasayla, yöre sakinlerinin, küçük ve yoksul köylülerin, fauna ve floranın, ekosistemin varolma hakları, DSİ aracılığıyla, sermayenin kâr hırslarına terk edilmektedir.

***

Getirilen yasanın, 6831 sayılı Orman Kanunu'nda yaptığı değişiklikler daha az önemli değildir. Düzenlemenin 17. maddesiyle Orman Kanunu'na Ek 16. madde olarak eklenen madde şöyle diyor: "Orman ve Su İşleri Bakanlığınca, bilim ve fen bakımından orman olarak muhafazasında hiçbir yarar görülmeyen ve tarım alanına dönüştürülmesi de mümkün olmayan yerler ile bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihte üzerinde yerleşim yeri bulunan ya da yerleşim yeri oluşturulmasına uygun olan taşlık, kayalık, verimsiz ve fiilen orman vasfı taşımayan alanlardan, Orman ve Su İşleri Bakanlığının teklifi üzerine sınırları Bakanlar Kurulunca belirlenen alanlar, Bakanlar Kurulunca belirlenecek usul ve esaslara göre Orman Genel Müdürlüğünce orman sınırları dışına çıkartılarak tapuda Hazine adına tescil edilir". Görüldüğü gibi, "orman vasfını taşımayan alanlar" aldatmacasıyla ormanlarda lüks villalara ve diğer yerleşim alanlarına imar izni veya maden/sanayi işletmelerine işletme ruhsatı verilmesini mümkün kılan satışların önü açılmaktadır. Kaynak arayışlarını ve/veya yandaş sermayeye yeni değerlenme alanları yaratma kararlılığını ülkenin tüm doğal kaynaklarını fütursuzca pazarlamaya/metalaştırmaya kadar götüren bu anlayışın, su havzalarının ekosisteminin veya ormanların biyoçeşitliliğinin korunması gibi süfli meselelere kafa yormayacağı açıktır. (İlgili maddenin devamında, orman alanı dışına çıkarılacak alanların iki katı kadar Hazine arazisinin orman tesis edilmek üzere Orman Genel Müdürlüğü'ne tahsisisinin düzenlenmesi, tam bir aldatmacadır. Çünkü ormanlaştırılabilecek Hazine arazisi varsa, zaten bunun önünde bir engel yoktur; ama artık yeterince bulunamamaktadır. Kaldı yitirilen orman örtüsünün yerine çorak arazilerin orman vasfını kazanabilmesi için onlarca hatta yüzlerce yıl gerekebilmektedir).

Tahribat potansiyeli bununla da bitmemektedir. Söz konusu torba yasanın 11. maddesiyle Orman Kanunu'nun 18. maddesi değiştirilirken şu ifadeye de yer verilmektedir: "... yeraltında depolama alanı kurulmasına Orman Genel Müdürlüğünce bedeli alınarak yirmi dokuz yıla kadar izin verilebilir". Yasanın hiçbir başka maddesinde de bu izinlerin verilebilmesi için depolama amacı ve koşullarına yönelik ölçütler tanımlanmamaktadır. İyimser bir bakışla bunun doğalgaz depolama alanları gibi enerji stokları oluşturmaya dönük olduğu akla gelebilir. Ancak doğalgaz depolaması için Türkiye'de de olduğu gibi Tuzgölü gibi alanların taban altı daha elverişli olduğundan bu olasılığı dışarda bırakmak gerekir. AKP iktidarının doğası da, iyimser olmaya engeldir. Akla gelmesi gereken daha olası kullanım biçimleri ormanların altına tehlikeli atıkların depolanması olmalıdır; burada da Akkuyu ve Sinop için tasarlanan Nükleer Santrallerin nükleer atıklarının depolanması için ön hazırlıkların yapılıyor olması ilk olasılıklar arasındadır.

Geçen ay kabul edilen bu torba yasanın, ormanların korunması ve geliştirilmesini düzenleyen Anayasanın 169. maddesine, orman köylüsünün korunmasını düzenleyen 170. maddesine ve kooperatifçilğini geliştirilmesini düzenleyen 171. maddesine aykırı hükümler içerdiği açıktır. Şimdi, Meclis'in tatile girdiği ve seçim telaşının da zirve yaptığı bir dönemde,  anamuhalefet partisinin iki aylık başvuru süresini kaçırmadan Anayasa Mahkemesi'ne bu torba yasayla ilgili başvuruyu yapmasını yakından izlemek gerekmektedir.