Faşizm bir kara deliktir

Faşizm bir kara deliktir, kendi etki alanındaki cisimlerin hepsini yutmak ister. Çekim gücüne direnen istisnalara izin vermez. Yapamazsa, kendisi olamaz. Çünkü bütünü kontrol edemezse, yani otoritesini eksiksiz kuramazsa, giderek totaliter olamazsa, toplumu istediği kıvama dönüştüremez, böylece kendini hızla tüketmeye başlar. O yüzden bugün akademisyenleri dize getirmek için 12 Eylül döneminde Aydınlar Dilekçesi imzacıları için bile öngörülmeyen baskı düzenekleri çalıştırılır. Daha büyük bir hukuksuzlukla ve dahası kanunsuzlukla...

Kenan Evren rejimi ile AKP rejiminin ayrımı da buradadır. Birincisi, askeri darbedir, hukuka ve anayasaya karşı darbe yapmıştır, ama kanunları uygular; beğenmediklerini değiştirerek uygular; tıpkı Sıkıyönetim Kanunu'nunda olduğu gibi. Bugün olduğu gibi Sıkıyönetim Kanununa dayanmadan sıkıyönetim uygulamaya, haftalarca süren sokağa çıkma yasağı uygulamaya kalkmaz. Çünkü Türkiye pratiğinde askeri darbeler geçicidir; dolayısıyla "normale" dönüş sonrası için askeri rejim gardını almayı hesap eder. Sermaye düzeni lehine dönüştürmeleri yaptıktan sonra (24 Ocak-12 Eylül bütünlüğünü sağladıktan sonra) gideceğini bilir.

Ama sivil otokrasi peşinde olan bir iktidar, kalıcı olmayı, iktidar değişimi olasılığını bertaraf etmeyi gündeminin birinci sırasına koyar. Bu nedenle de Anayasa ve yasaları tanımadığını, kendini onlarla bağlı hissetmediğini bazen açıkça ama sıklıkla da uygulamada belli eder. Toplumun neyi nasıl duyacağını medyayı teslim alarak belirledikten ve dinci muhafazakarlığı milliyetçilikle sentezleyip seçmen desteğini garanti ettikten sonra, her türlü aşırılığı kendine hak görmeye başlar.

Buna direnen akademisyenler, üstelik de yabancı akademisyenlerden de destek alıyor ve rejimin itibarını dünya ölçeğinde sarsıyorlarsa, ölçüsüz bir tepkinin muhatabı olmaları işten değildir. Giderek günlük yaşamı tanzim etmeye kadar yerleşmeye başlayan totalitarizmin, akademisyenleri bölmesi, bazılarına geri adım attırması (imzanı geri çek baskısı), toplumu bir de bunun üzerinden ayrıştırması, kısacası otokrasinin yeni bir eşiğe geçirilmesi için yeni bir fırsat doğmuştur. "Suça ortak olmayacağız" bildirisi örneğinde olduğu gibi, açıklanan metinde işlerine gelecek cümleleri/sözcükleri ararlar ve akademisyenleri kriminalize ederek toplumun önüne atmaya buradan başlarlar.

Böyle zamanlarda bir meslek grubunu, özellikle de toplumun geleceğini oluşturmada kritik bir önemi olan akademisyenler grubunu baskılama fırsatını iktidara vermemek önem taşır.

***

Tekrar 12 Eylül döneminden örnek verelim. 1983 yılında 1402'ler olayı yani solcu öğretmenler ile üniversite öğretim üyelerinin bazılarının tasfiyesi hızlandığında, onlarla dayanışma adına yüksek öğretim kurumlarından istifa edilmesi fikri etrafında bir tartışma başladı. Buna şiddetle karşı çıkanlardan biri oldum; çünkü bulunduğumuz eğitim mevzilerini boşaltmak, 12 Eylül faşizmine yeni bir alan açmak anlamına gelirdi. Genç akademisyenler açısından ise hem mesleki yaşam tercihlerini henüz başlarında terketmek; hem de ilerde geriye dönme olasılığını, yargı kararıyla geriye dönebilecek olan 1402'liklere kıyasla, zayıflatmak olurdu. (Nitekim öyle de oldu).

Daha sonra 1984'te "Aydınlar Dilekçesi" gündeme geldiğinde, üniversitedeki konumlarını koruyan akademisyenler olarak (ben dahil) bunun en geniş imzacı kitlesini oluşturacaktık.

Peki "Suça Ortak Olmayacağız" bildirisi önüme gelseydi imzalar mıydım? İmzalamazdım. Ama bunun nedenleri bugün tartışılabilir durumda değildir. Fakat şu açıktır: Bu tür bir bildirinin muhatabı ancak Hükümet olabilirdi; dolayısıyla PKK'nın da Hükümetle eşitlenip hedef alınmaması üzerinden yapılan eleştiriler anlamsızdır. Kaldı ki, içeriğine katılmasak da, ifade ve eleştiri özgürlüğü gibi demokratik ve anayasal haklarını kullanan akademisyenlerin TCK ve TMK üzerinden suçlu ilan edilmeleri, meslekten atılmaları veya bununla tehdit edilmeleri asla kabul edilemez. İşte bu nedenle, "Akademisyenler Susturulamaz" başlığıyla girişilen destek bildirisine ismimi duraksamadan ekledim.

***                                                        

Kuşkusuz, toplumun üzerine bir karabulut gibi çöken iktidar sultasını dağıtmak, özellikle de emperyalizmin güdümünde bir alt-emperyalizm rolüne heves ederek şimdiki yıkımların ve can kayıplarının inanılmaz ölçeklere varmasının müsebbibi olarak mahkum etmek, demokratik mücadelenin öncelikli hedeflerindendir. Ama bu iktidarın kendi konsolidasyon sürecinde destek aldığı güçleri de görmezden gelmemek kaydıyla.

AKP iktidarı, her seçim döneminde PKK ile sağladığı çatışmasızlık ortamından yararlanarak iktidarını pekiştirdi. AKP'nin yükselişine bugüne kadar iç ve dış sermayenin çeşitli kesimleri yanısıra, sağ ve sol liberaller (ve bunların yuvalandığı -giderek daralan- sermayenin merkez medyası) ile AKP'den çözüm bekleyen Kürt siyasi hareketi de katkıda bulundu. "Yetmez ama evetçiler" ile AB vs. çevreleri boylarının ölçüsünü 2011'den sonra iktidarın kendilerine ihtiyacının kalmadığını hissettirmesinden itibaren  aldılar.

Ama Kürt siyasi hareketinin AKP ile yollarını "ayırması" için 2015'i beklemek gerekti. RTE'nin, Irak ve Suriye'den toprak kazanarak "büyük Türkiye" hayalleri bağlamında "Kürdistan eyaleti"nden bahsettiği 30 Mart 2013 konuşmasından (Bursalı, 10.1.2016) hemen sonra gelen Gezi başkaldırısını bu hareketin "faşist" olarak nitelemesi bir teşhis hatası değildi. Tek gündemlerine yaklaştıklarını düşündükleri anda, iktidara karşı yükselen şiddetli protestoyu ve ülke çapındaki demokrasi talebini, kendi gündemlerine karşı bir hareket, en azından hedeflerini saptıracak, erteleyecek bir olumsuzluk olarak görmüşlerdi.

AKP, bugün terör örgütüne destek olmakla ve hatta vatana ihanetle suçlayabildiği akademisyenlerin isteseler aynı suçlamaları misliyle kendisine döndürebilecekleri eylemler/ilişkiler içinde oldu. Oslo tutanakları bile buna yeter. Ama özellikle son üç yıldır PKK'nın Güneydoğu ve Doğu illerinde kentleri cephaneliğe çevirmesine açıkça göz yumması, bunu yaparken bol keseden vaatlerde bulunması, bunların bir bölümünü Şubat 2015'te Dolmabahçe mutabakatıyla ilk kez yazılı taahhütlere dönüştürmesi bu süreci özetler.

İşte tam bu dönemeçte, "büyük Türkiye" sevdasının suya düştüğü ve içe dönük siyasetin öne çıktığı bir ortamda, RTE'nin seçim kaygıları denklemi değiştirdi; 7 haziran seçimleri sonuçlarından sonra herşey iyice tersine döndürüldü. Ama AKP tarafından yaratılmış patlayıcı bir bileşim vardı: Beklentiler yükseltilirken alan hakimiyetinin PKK eline geçmesine ve silah yığmasına  göz yumulmuştu. Dolayısıyla, hayal kırıklığının zirve yaptığı anda cephaneliklerin patlaması kaçınılmazdı. Bu arada PKK da artık sorunu uluslararasılaştırmaya, ayrılığı da kapsayan bir özerklik talebine dönüştürmeye başlamıştı. Kentleri yeni bir şiddet sarmalının içine atmakta hiç duraksamadı. (Bu, HDP'yi bir tercihe zorlamaktadır). Bütün bunlar, AKP'nin çatışma sürecini bir seçim fırsatı olarak kullanmasına, yeni bir biçim alan kentsel şiddet sahnelerini 1 Kasım 2015 başarısına malzeme yapmasına engel olmadı.

Dolayısıyla bugünkü iktidar -ki bizim tek muhatabımız odur- tırmanan şiddetin asıl sorumlusudur. Tıpkı komşudaki yangına benzinle giderken (oradaki cihatçı örgütleri desteklerken), yangının ülkemize sıçramasının baş sorumlusu olması gibi... Ama ne yazık ki hatalarının bedelini ödeyen -şimdilik- iktidardakiler değildir.