Egemenliği paralel yapılarla paylaşmak

İktidarın içte ve dışta sürdürdüğü politikalar ülkeyi Cumhuriyet tarihinin en kontrolsüz tehditleriyle karşı karşıya getirdi. Neydi bu politikalar?

Öncelikle, bütün politikaların üzerine inşa edildiği temel, Cumhuriyet rejimini bütün kurumlarıyla birlikte tasfiye ederek veya içini boşaltarak dönüştürmekti. Bu, dış politika ilkelerinin de tasfiyesi anlamındaydı. Çeşitli dönemlerde çeşitli ittifaklar bunun için kuruldu. Cemaatlerle/tarikatlarla, liberallerle, Kürt siyasetiyle, sermayenin bir bölümüyle, belirli bir aşamaya kadar AB, ABD gibi güçlerle kurulan tüm ittifaklar buna odaklanmıştı. Hedeflere ulaştıkça, ittifaklara ihtiyaç azaldıkça, daralar atıldı. Ama bazen de karşılıklı restleşildi; ya paylaşım kavgasından beklenen bulunamadığından, ya da iktidarın kontrol dışına çıkma istekleri gemlenemediğinden.

Güce kolay ulaşan iktidar sahiplerinin hırsları, karşısındaki TSK gibi güçlü sayılan kurumların tuz buz olması ve bunun için dünya çapında takdir görmeleriyle bir ara sınır tanımaz kibir noktalarına ulaşmıştı. Kurumları ele geçirmekle yetinilemezdi; toplum bütünüyle biat etmeliydi. Etmeyince, toplumu ayrıştırmaya, dağıtmaya, düşman kamplara ayırmaya hız verildi.

Her türlü ihtiyatın bırakıldığı bu yeni uğrakta, hırslara aklın eşlik etmesi giderek güçleşti. Dünyayı okuma yeterlilikleri esasen çok sınırlı olan bu siyasi heyet, bir de kendi kendine sahip olmadığı güçler vehmedince, bölgede üst üste fiyaskolarla karşılaşıp geri çekilmeye başladı. Geri çekilirken de birçok melaneti peşi sıra sürüklemeye başladı. Cehennemin kapıları açılmıştı.

Ve şimdi artık ya mutlak iktidar ya da tasfiye ikilemi altında, ya uygulayabildiği kadar şiddeti uygulayacak, ya da artık hesap verme vaktine boyun eğecek. Biz bugün bu ikinci bölümle ilgilenelim.

***

AKP, devletin bütününe egemen olma sürecinde birçok ittifak kurarken,  hukuken çok sorunlu iki ittifak içinden de geçti. Cumhuriyet yıkıcılığında ortak temellerin paylaşıldığı bu ittifakların hukuken sorunlu tarafı, kaynağını Anayasadan almayacak şekilde egemenliğin paylaşımına dayalı olmasıydı. Zaman farklılıklarıyla, iki farklı paralel yapıyla egemenlik (hüküranlık) paylaşıldı ve Anayasanın 6. maddesi resmen ilga edilmiş oldu.

Bunlardan birincisi ve aynı yollarda en uzun süre beraber yürüneni, ittifak bozulduğunda "ne istediniz de vermedik" diye sitem edilendi.  Bugün iktidarın, iç hesaplaşmasını yaptığı bu çevreden eski müttefiklerini dış güçlerin hizmetinde olmakla suçlaması üzerinde de özenle durulmalıdır. Çünkü, eğer bu doğruysa -ki doğruluk olasılığı yüksektir- o zaman bugünkü iktidar heyetinin bu suçladığı güçlerin devletin kozmik odalarına kadar girmesine izin vererek devlet sırrı niteliğindeki bilgilerin dış güçlere sızdırılmasına ortam hazırladığını, TSK'ya kumpas kurulmasında elele operasyon yürüttüğünü de anımsaması gerekir. "Bana bir savcı bulun" denilerek Ergenekon adlı polis-yargı operasyonuyla başlatılan komplonun vebalinden de Cemaat suçlanarak kurtulunması mümkün değildir. Bu kumpasların vatana ihanet dışında bir tarifinin olduğu da şüphelidir.

Aynı şekilde, 2012 sonrasında Güneydoğu'da kendi mahkemelerini kuran, alenen vergi toplayan, kendi polisini kurarak yol denetimi yapan, bu arada silah yığma "özgürlüğünü" kullanan, kısacası AKP iktidarının resmi yazışmalarına dahi geçen aleni göz yummasıyla Anayasanın 6. maddesinden kaynaklanmayan bir  egemenliği fiilen kullanmaya başlayan paralel silahlı güçle (PKK ile) iktidarın açık ve örtük işbirlikleri ve devamında tutamayacakları sözler vererek bugünkü tedhiş hareketlerinin çığ gibi yükselmesine ortam hazırlaması da, AKP iktidarının aynı mahiyette bir hukuki sorumluluğunu davet etmektedir.

Öte yandan, Suriye'de legal rejime karşı savaşan silahlı güçlerin Türkiye'de barınmaları, askeri eğitim görmeleri, sağlık desteği almaları, silah ve mühimmat desteğinden yararlandırılmaları, aksi kanıtlanmadıkça,  Anayasa'nın 92. maddesine açıkça aykırılık teşkil eder. "Yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunmasına izin verme yetkisi TBMM'dedir"  diyen Anayasa'nın  92. maddesi açıkça çiğnenmiş olur. Bu iddiaların bugüne kadar bir Meclis Araştırma Komisyonu marifetiyle TBMM adına soruşturulmasının dahi engellenmesi Anayasal bir suçun gizlenmesi telaşını yansıtmaz mı?

Kamu kaynaklarını yağmalamanın, örtbas edilen 17-25 Aralık operasyonlarının, yandaş vakıf ve derneklere aktarılan milyarların ve taşınmaz kamu varlıklarının, usulsüz ihalelerin, usülsüz ödeneklerin, vs. hesabının sorulması da ayrı bir sayfadır. Bakalım eski ortak Rıza Sarraf işleri ne kadar kolaylaştıracak?

Eğer bir iktidar, kendisinin de en azından dolaylı sorumluğunu taşıdığı her kanlı tedhiş eylemini kendi rejiminin konsolidasyonu ve özgürlüklerin daha da kısıtlanması için bir gerekçeye dönüştürme fırsatçılığı içine girerse, ülkenin zorbalık dışında yönetilemez bir noktaya taşınacağı aşikardır.  Hatta, devletçe zor ve şiddet unsurlarının bolca kullanmasına rağmen (ve de o nedenle) ülkenin yönetilebilir olmaktan giderek uzaklaşacağı, tedhiş saldırılarının daha da sıradanlaşacağı da açıktır.

Peki Türkiye toplumu bu zorbalık-yolsuzluk karmasına katlanmaya mecbur mudur?