Bir ayardan diğerine

Rejimin ayar vericisi her gün ekranlarda. Buna mecbur. Bu kadar falsosu, bu kadar ileri-geri hareketi olan bir siyaseti iktidarda tutmanın başka yolu yok. Kâh bir icraatı pazarlamak adına, kâh bir geriye çarkı başarı veya devlet aklı olarak kabul ettirmek adına, kâh çözümsüzlüğün çözüm olduğunu savunmak adına, kâh ülkeyi tedhişin hedefi haline getirmeyi kanıksatmak ve sıradanlaştırmak adına (“şehitlere alışacağız, kâinata kadar terörle savaşacağız”), kâh dinci-faşist bir yeni rejim inşasını demokrasi mücadelesi olarak yutturmak adına… Millete düşünme, doğru bağlantıları kurma fırsatını vermemek gerek; troller dâhil kendi takımının eline de kitleyi ikna lafları vermek gerek.

***

Türkiye çok partili bir tek adam rejimine sürükleniyor. “Çok partili” oluşu, siyasal yer değiştirmelere açık olacağı anlamına gelmiyor. Bu yolun kapalı tutulması, yani otokratın hep kendi çoğunluk partisiyle birlikte iktidar olması, Tayyibistan’ın olmazsa olmazlarından. Olur da siyasi değişim yolu kararlı bir biçimde açılırsa, ya rejim kasıtlı bir tıkanmaya -eğer güç yeterse- götürülür, ya da Tayyibistan’ın sonu olur. (Zaten siyasal değişim yolu kararlı bir biçimde açılmamışsa, 7 Haziran 2015 örneğinde görüldüğü gibi, koalisyonu tıkama-tedhişe yol verme-seçimleri yenileme sarmalıyla kitlelerin gözü korkutularak tercihleri değiştirilir).

Çok partililik, muhalefetteki siyasal partilere iktidara gelme yolunu açmadığı gibi, onlara etkin bir yasama ve denetim hakkının tanınması anlamına da gelmiyor. Nitekim şimdiye kadar bu hakların kullanımında hep gerilemeler yaşandı. Yasamada iktidarın istediği her şey gerçekleşti; 1 Mart 2003 tezkeresi gibi iktidar partisinin kısmen içinden bölündüğü durumlarda yasama yürütmeye hayır diyebildi ama bu oylama istisna olarak kaldığı için kuralı bozmadı. (Zaten iktidar içinden aykırı olabilecek görüşler süreç içinde ayıklandı, tekrar ortaya çıkması ancak siyasi güç dengelerinin değişmesiyle olabilir). Denetimde de yasama organının işlevi esas itibariyle bitirildi. Sayıştay’ın yasamanın değil de yürütmenin emrine girdiği andan itibaren bu yol tıkanmıştı. Esasen yargının görece özerk olamadığı, Danıştay’ın yürütmenin işlemlerini denetleyemediği, Yargıtay’ın yolsuzlukları kovuşturamadığı bir ortamda, Sayıştay üzerinden teselli aramak da yetersiz kalırdı. Şimdi Yargıtay ve Danıştay’ın daha fazla iktidarın güdümüne sokulması sürecine girildiğine göre, erkler ayrılığında AKP öncesi duruma dönüş bile -siyasi güçler dengesi yeniden oluşmadıkça- bir eski anı olarak kalacaktır.

Böyle bir ortamda, TBMM’nin yasama ve denetim hakkının bugünkü aşındırılmış halini bile aratabilecek yeni saldırıların gündeme gelmesi beklenmelidir. Saldırının odak noktası TBMM İçtüzüğü olacaktır. Nitekim büyük şef geçenlerde talimatını verdi bile: “Meclisi tıkayan İçtüzük değişmelidir!”. (AKP’nin bu yöndeki son girişimi 2012 Ocak ayında akamete uğramış, ardından 2013 yılında dört partinin temsilcileriyle kurulan geçici İçtüzük değiştirme komisyonu, iktidar partisinin uzlaşmadan yan çizmesi nedeniyle gerçekleşmemişti). Bakalım bu defa başarılı olacak mı? (Muhtemelen, taktik olarak, HDP milletvekillerinin sayılarının azaltılması sonrasına da bırakılabilir).

İçtüzük değişikliğinde hedef, “çok partili tek adam rejimi” için son ayak bağlarının ayıklanmasıdır. Meclis içi muhalefeti rejimin etkisiz figüranları durumuna, elaleme karşı vitrin süsü konumuna getirmek, getiremediklerini de Meclis dışına atmaktır. Bir otokratın bunu talep etmemesi zaten eşyanın doğasına aykırı olurdu. Peki, yapabilecek mi?

***

Kabul etmeli ki, mevcut lideri olmadan AKP’nin ömrü ve etkisi bu kadar olmazdı. Kitleleri efsunlayan bir lider figürü olmaksızın, bir dinci sağ siyasetin iktidara bu kadar uzun süre yapışması mümkün olamayacağı gibi, 2003’te 80 yaşında olan bir kurucu Cumhuriyet rejimini dönüştürmeye bu denli rahatça girişemezdi. Ama gene kabul etmeli ki, bu partinin ve liderinin işini kolaylaştıran uygun iç ve dış koşullar da bir araya gelmişti.

Meclis içi muhalefetin yapısı bu kolaylaştırıcı etkenlerdendi. İlk beş yıl (2002-2007) AKP ile tek başına mücadele eden anamuhalefet, AKP’yi sıradan bir sistem partisi olarak görme hatasına düştü, “taç başı akıllandırır” zırvasına tutundu. AKP karşısında savunmada kaldı, sağa açılarak onun seçmenine hitap etmeyi çözüm sandı. Bu tutum, izleyen yasama dönemlerinde de (2007-2011-2015-vd) sürdürüldü. Gerçi 2011’den itibaren kapsamlı ekonomik-sosyal vaatlerle de kitleler kazanılmaya çalışıldı. Fakat sonuçta, oy oranlarını önce üç puan arttırıp sonrasında bunu ancak koruyabilen (bu da bir başarı sayılabilir tabii), ama iktidara alternatif olamayan bir anamuhalefet görüntüsü ortaya çıktı. Bu durum, kendi kitlesini dahi umutsuzluktan, yılgınlıktan kurtaramadı.

MHP, ham baraj korkusu hem de liderinin parti içi iktidarı kaybetme korkusu nedeniyle, muhalefet yapmak ile iktidar destekçiliği arasında gidip gelen bir parti görüntüsü çizdi.

HDP (daha öncesinde BDP), Cumhuriyet ve Anayasa karşıtlığında büyük ölçüde uzlaştığı iktidar partisiyle çözüm arayışına fazlaca bel bağlamanın ve tek gündemli bir etnik parti olmanın yükünden kurtulamadığı için inandırıcılığı yara aldı, Türkiye partisi olma fırsatını kaçırdı.

Şimdi bu koşullarda Meclis içi muhalefetten çok fazla bir şey beklenemez görünüyor.

Ama anamuhalefet partisi açısından kuramsal olarak bir çıkış hâlâ mümkün: Üretimin doğrudan içinden gelen, laiklik duyarlılığı olan emekçilere (işçi ve köylülere)  partinin -milletvekilliği dâhil- her kademesinde anlamlı oranlarda temsil hakları tanımak (bunun için Tüzükteki önseçim oranlarını birkaç seçim dönemi için düşürmek), partinin programını neoliberal saplantılardan kurtararak kamucu bir düzlemde yenilemek ve kitleleri AKP dayatmalarına karşı yenilenen bir heyecanla seferber etmek… AKP’ye oy veren emekçi tabana ancak buradan ulaşılabilir ve bunun bir siyasi anlamı olabilir. Peki, mümkün mü? Dedik ya, kuramsal olarak mümkün. Peki pratikte?