Başkancı rejimin savaş ihtiyacı

Türkiye'de siyasi iktidara hükmedenlerin savaşçı politikalarını örtüp-gizler bir tavırları hiç yok. En üst perdeden "savaş" sözcüğünün sıklıkla tekrarlanmasına bakılarak bile bunu anlamak mümkün. "Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine" (Anayasa, m.91) TBMM'nin izin verilmesi tezkeresinden bugün meşru Suriye Arap Cumhuriyeti'ne resmen değil ama fiilen savaş ilan etme konumuna gelinmiş bulunuyor. TBMM buna yetki vermiş değil; ama zaten başkancı rejimin kendi anayasasını dahi taktığı yok. 

Kaldı ki, Saray rejiminin Libya'daki askeri müdahalesi de her türlü anayasal yetkinin (ve Meclis'in izninin) dışında gerçekleşmektedir. Bu nedenle, orada üst rütbeli subay "şehitleri" bile gizli kapaklı, törensiz defnedilmek zorunda kalınmakta, kayıp sayıları tam olarak açıklanamamaktadır.

CHP'nin 10 Ekim tezkeresine "evet" demesinin büyük bir talihsizlik oluşturduğu bugün daha da iyi anlaşılıyor. Kaçak güreşmenin ecele (siyasi hesaplaşmaya) faydası yoktur, önünde sonunda karşınıza çıkar. Ama başlangıçta ilkesel bir mücadele yapmazsanız, sonrasında eliniz zayıf olur. Şimdi iktidarı anayasaya uymaya çağırsanız, çok sıkışırsa Meclis'e gelir bir karar daha çıkarır. Gerçi bunu yapmadan da edemezsiniz, tarihe not düşmeniz ve hukuk dışılığa karşı çıkmanız gerekir. Ama iktidar buradan da yeni bir meşruiyet alanı üretmeye ve anamuhalefeti HDP ile işbirliği içinde göstermeye (Ekim'de kaçınılan buydu!) gene girişecektir. Durum, 16 Temmuz darbe girişimine ilk anda AKP iktidarını bundan sorumlu tutarak tepki vermemenin, sonrasındaki gecikmiş eleştirel pozisyonu zayıflatmasına benzemektedir.

SAVAŞÇI POLİTİKALARIN 4 NEDENİ

Savaşçı politikaların dört temel nedeni bulunuyor: Bir, mezhepçiliğin yönlendirdiği ideolojik pozisyonların iktidarın hareket hatlarını sürüklemeye devam etmesi. İki, iktidar kliğinin ve yandaş kapkaçcı sermayenin yeni talan alanlarına ihtiyacı olması. Üç, iktidarın başının fetihçilik çizgisini benimsemesi ve tarihe "fatih" olarak geçme saplantısına sahip olması. Dört, ilk üçüyle bağlantılı olarak, içerde zayıflayan iktidarını konsolide etmek için ihtiyaç duyduğu yeni bir baskılama hamlesi için yeni bir meşruiyet dayanağına ihtiyacı olması. 

Biraz daha açalım. Mezhepçilik, yani AKP somutunda İhvancılık, 2011 dönemecinden beri iktidarın Suriye politikasının ilk motivasyonunu oluşturuyordu. Esasen iktidarca Esad'a önerilip de kabul ettirilemeyen şey, Esad'ın iktidarını İhvancılarla paylaşması teklifinden başka bir şey değildi. Temellerinde laiklik olan bir Cumhuriyeti fiilen İslam/İhvan Cumhuriyetine dönüştürenlerin, harcında laiklik olan Esad rejimine önerdikleri ve kırmızı çizgi olarak benimsedikleri şey, bir Ortaçağ pespayeliğinden başkası değildi. Kuşkusuz bunun arkasında iki şey daha vardı: Birincisi, ABD emperyalizminin bölgedeki rejimleri değiştirerek güdümlü/Amerikancı "Ilımlı" İslamcı rejimlere  dönüştürmek politikası henüz çok canlıydı ve bölgede AKP'den daha iyi bir "ortak" bulması zordu. "Arap Baharı" dalgasının AKP türü bir rejimin "örnek" alınmasını sağlayarak denetim altına alınması hayalleri de kuruluyordu başlangıçta. Elbette pratikte daha somut adımlar da atıldı: Suriye'deki rejimin yıkılmasını sağlamak üzere dünyanın bütün cihatçılarının Esad'a karşı harekete geçirilmesi, ABD'nin öncülüğünde Türkiye'nin ve bölgedeki ABD yanlısı Arap ülkelerinin dahli olmadan mümkün olamazdı. İkincisi RTE'nin, bir "sünni İslam" dünyasının liderliğine oynama hayali başlangıçtan itibaren vardı, bugün bile bundan vazgeçtiğinin bir işareti alınamamıştır.

İktidar kliğinin ve yandaşı türedi sermayenin yeni talan alanlarına ihtiyacı olması meselesine gelince, bunu bu kesimin içerdeki "inşaat temelli birikim ve yağma düzeninin" tıkanmasından ayrı düşünmek zordur. Suriye'de Türkiye/ÖSO (belki de, hayalin sonu yok, "İdlib HTŞ emirliği") egemenliğindeki topraklarda, göçmen iskânı bahanesi ve yerleşiklerin (ve geri döneceklerin) her türlü barınma ihtiyaçlarının hatta sosyal donatılarının karşılanması gerekçesiyle, inşaat faaliyetlerine girişilmesi, dış mali destek (şimdilerde özellikle Almanya'dan) aranması vs. bunun uzantılarındadır. Şartlar elverirse, Suriye şehirlerinin yeniden inşası gündeme gelirse, AKP'nin "kurtarılmış bölgelerinde" büyük bir emlakçılık operasyonu da hayalleri süslemektedir kuşkusuz. (Ancak bu hayaller büyük sermayenin önemli bir bölümünü AKP'nin Suriye politikasına destek vermeye götürmemektedir).

RTE'nin başından itibaren bir fetihçilik çizgisini benimsemesi ve tarihe "fatih" olarak geçme saplantısını da hafife almamak gerekir. Kendisine, Cumhuriyetin kurucu lideri ile karşılaştırılabilir bir "büyük devlet adamı" payesinin verilmesi düşleri, muhtemelen aklının mantık sınırlarını deleli çok olmuştur. Her durumda, İslamcı iktidarımızın Suriye'den geri çekilmek gibi bir projesinin başından beri hiç olmadığı tespiti yapılabilir. Nitekim Suriye'deki "ele geçirilmiş" bölgelere kaymakamlar atanması, adlî/ kültürel/ iç güvenlikçi politikaların tanzim edilmesinin başka bir anlamı yoktur. Dolayısıyla, "girmek kolay da nasıl çıkacağını hiç düşündün mü?" sorularının bu iktidar açısından bugünkü konjonktürde hiçbir anlamı olmadığını kabul edersek, son savaş çılgınlığını da beklenmeyen bir gelişme olarak görmekten vazgeçebiliriz. Bu "çılgınlığın" arkasında yeniden ABD ve NATO emperyalizminin saflarında yer kaparak (savaşta hem vekil kullanan hem de ABD'nin vekaletine talip olan), iktidarlarının dış desteğini sağlama bağlama niyetleri de açıktır.

İktidarın, ülke içinde zayıflayan etkisini konsolide etmek için yeni bir manivelaya, yeni bir meşruiyet dayanağına ihtiyacı vardır. Din ideolojisinin yeterli olmadığı koşullarda, saldırgan bir milliyetçiliğin ikame edilmesi, bu tür rejimler için her zaman rahatlatıcı yöntemlerdir. Üstelik, muhalefet cephesinin içine kama sokmak veya ayrışmamak adına iktidarın saldırgan dış politikasına 10 Ekim 2019 tezkeresinde olduğu gibi topluca destek verecek noktaya getirmek az şey değildir. Bunlar iç siyasette iktidarın elini oldukça rahatlatıcı ortamlar oluşturmakla kalmaz, ekonomik, siyasi ve özellikle toplumsal muhalefetin yükselme eğilimine girmesi ihtimaline karşı, otokratik düzeninde ihtiyaç duyduğu yeni bir eşik atlamayı (tıpkı 16 Temmuz sonrasında olduğu gibi) mümkün hale getirebilir. Üstelik, ABD, İsrail ve Batı'nın onayını alacak bir yıkıcı Suriye politikasının, içerde yöneleceği daha baskıcı politikaların fazla tepki görmeden geçiştirilmesine, yeni bir dış meşruiyetin (Batı'nın kullanışlı çocuğu) oluşmasına katkı sağlaması beklenir. Bu da iktidarın hedefleri arasındadır.