AB hikayesi bitti, hülyası bitmedi

Türkiye'nin AB üyeliğinin olmayacak bir mesele olduğuna dair sesler AB içinden yükselmeye devam ediyor. Türkiye'de ise ne iktidar çevresinden, ne TBMM partilerinden, ne sermaye örgütlerinden, ne de hatta kimi sol kitle örgütlerinden/partilerinden "bu iş olmayacak, yeni bir ilişki tanımlayalım" diyen tek bir resmi/kurumsal çıkış işitilmiş değil. İngiltere gibi AB'nin en önemli üç ülkesinden biri AB ile çıkış müzakereleri götürürken bile gündeme gelebilmiş değil.

Daha dünkü basında İktisadi Kalkınma Vakfı Başkanı Ayhan Zeytinoğlu'nun şu sözlerini okuyabiliyoruz: "AB'nin Türkiye'ye yönelttiği eleştirilerin başında hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı konuları geliyor. AB'ye şunu söylüyoruz: Türkiye'de bu çok eleştirilen hukuk alanında ilerleme sağlamak için elimizde çok önemli bir fırsat var. Temel haklar ve yargıyla ilgili konuların yer aldığı 23. Faslın açılması ve müzakerelerin yürütülmesi..." (Cumhuriyet, 18.02.2019). Bu tür önerilerin sadece sermaye temsilcileri tarafından yapıldığı sanılmasın. Muhalefet partileri de 2005'ten beri yeni müzakere başlıkları açılması konusunda iktidarla birlikte ortak bir dil kullanmaya özenle dikkat ederler. CHP ve HDP gibi muhalefet partilerinin gerekçelerinin iktidarın gerekçelerinden farklı olması (muhalefetin, müzakere sürecinde AB üzerinden gelebilecek baskılarla AKP iktidarının "hukuk içinde kalmaya zorlanabileceği" gibi temelsiz gerekçelere sahip olması) durumu değiştirmiyor. Biten bir ilişkiyi sürdürüyor gibi gözükme herkesin işine geliyor veya "kral çıplak" diyebilme cesaretini kimse gösteremiyor.

Muhalefet partileri, AKP döneminde hukuk devletinin bitişini AB üzerinden çözebilme umuduna sanıldığı kadar bel bağlamıyor olsalar bile, AKP'nin kurduğu baskı rejiminin daha da azabileceği endişesiyle, bu ilişkinin tamamen kopmasından yani Türkiye'nin AB hikayesinin sonlanmasından ürküyorlar. Anayasa hukukunun bile yok hükmünde sayılabildiği bir düzenin daha ne kadar ifrata sapabileceğinden kaygı duyuluyor doğrusu meraka değer.

AB hikayesinin birgün -özellikle AKP sonrası bir dönemde- yeniden canlanabileceği umudu da doğrusu muhalefetin dağarcığından silinmiş değil. Bunun arkasındaki -bazen açık bazen örtük olarak dile getirilen- düşünce, AB yolunun tıkanmasının ana nedeninin AKP'nin siyasal İslamcı kimliğinin ve kurmaya çalıştığı rejim için otokratik mekanizmaları benimsemesinin, AB ile ilişkilerde aşılmaz bir demokrasi açığına ve kültürel zıtlığa neden olduğudur. Hukuk devletini ve Batı değerlerini benimsemiş bir siyasal iktidarın AKP'nin yerini alması durumunda, AB ile sorunların hızla çözülebileceği saf inancını besleyenler hâlâ tükenmiş değildir.

Sosyalist partilerin bir bölümü de, AB'nin Kürtlerin haklarını geliştireceğine inandıklarından veya "emeğin Avrupası" fikrini AB içi sol partilerle dayanışarak ilerleteceklerini hesap ettiklerinden AB üyeliğine yakın durmuşlardır. Bu sonuncusunun, neoliberal bir AB kurgusu içinde nasıl olacağı bir "bilinmezlik" konusu gibiydi. Ama Siriza deneyimi herhalde konuya oldukça açıklık kazandırdı.

AKP açısından AB hikayesinin canlı tutulmak istenmesinin başlangıçtaki nedenleri artık bir sır değil; AKP amaçlarına ulaşmak için AB hedefini kullandı ve kendi meşruiyetini de bu sayede pekiştirdi. Bu amaç gerçekleştikten sonra, AB hikayesine ihtiyacı azaldı. Ama gene de tamamen bitmesi işine gelmiyor çünkü bu hikayenin yokluğu durumunda uluslararası ilişkilerde daha zayıf bir konuma gerileyeceğinin hesabını yapıyor. Ayrıca sermayenin talepleri de tamamen bu yönde. Türkiye'ye yabancı sermaye akışlarının iyice zayıflaması, yerli sermayenin karmaşık dış ilişkilerinin zarar görmesi gibi olasılıklar sermayeyi ve iktidarını tedirgin ediyor.

AKP iktidarı açısından AB hikayesi bir anlamda 17 Aralık 2004'te Brüksel'deki AB Başkanlar Zirvesi'ni kabul etmekle sonlanmış oldu. Bu Zirvenin bildirgesiyle Türkiye hem Kıbrıs şartını AB'nin istediği biçimde kabullenmiş, hem de ikinci sınıf bir ortaklığa razı olabileceğinin güvencesini vermişti. Bu ödünler, 2005 yılında yeni bir resmiyet kazanacaktır. (Kasım 2004 ile Kasım 2005 arasında Dünya ve Birgün Gazetelerindeki köşe yazılarımızda bu görüşlerimizi sıcağı sıcağına belirtmiştik).

Aslında AB açısından da 2004 ve 2005 dönemeçleri, Türkiye ile ilişkilerini çıkmaz sokağa sokarak sürdürme stratejisini hukuken de başarmış olması bakımından nihai dönemeçlerdi. Bu ilişki biçimini daha iyi ifade biçimleri de var: "Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecinin fiilen durması dönemsel sorunlardan ziyade yapısal nedenlere dayanmaktadır. Bu yapısal nedenler de ekonomik-politik gerekçelerdir. Türkiye ile AB arasındaki üyeliğe ilişkin süreç tıkanmıştır çünkü bu ikili arasındaki ilişki kendi bileşenleri açısından artık daha fazla ilerlenemeyecek bir aşamaya gelmiş, başka bir deyişle, nesnel sınırlarına ulaşmıştır. AB açısından bu sınır 1996 yılında GB'nin başlaması ile gerçekleşirken, Türkiye için sınır, müzakerelerin fiilen başladığı 3 Ekim 2005 tarihli "Müzakere Çerçeve Belgesi"nin Hükümetlerarası Konferansta kabul edilmesiyle gerçekleşmiştir". (Ekin O. Altuntaş, "Türkiye-AB Üyelik Süreci: Nesnel Sınırlara Ulaşmak", İ. Sağsen ve M. Dalar (der.), AB'nin Uluslararası İlişkileri ve Türkiye, Orion Kitabevi, s. 65-66).

***

Sol açısından AB'ye ilişkin kafa karışıklıklarının yalnızca Türkiye'ye özgü olduğu da sanılmamalıdır. Brexit sürecinde İngiltere'de sağ ve solun kendi içlerinde nasıl yarıldığını görmüştük. İlginç olan Jeremy Corbyn'in sola çektiği İngiliz İşçi Partisi saflarında halen yaşanan kafa karışıklığıdır. Bir yandan hizmet sektörlerinde özelleştirmelerin yeniden kamulaştırmaya/millileştirmeye konu yapılmasını, kamu yatırımlarının canlandırılmasını, mali sermayeye yeni kurallar getirilmesini savunan bir partiye dönüşeceksiniz, diğer yandan Parti tabanınız halen AB'den çıkışa iyi gözle bakmıyor olacak! Partinin sol bir ekonomik programı hem AB içinde kalıp hem de onun sıkı neoliberal dayatmaları altında nasıl gerçekleştirebileceği sorusu henüz bilinçlere yansımamış gözükmekte. "Oysa, diyor Chris Bickerton ("Sol Brexit, Dar Bir Yol", Le Monde Diplomatique, Şubat 2019), İşçi Partililer AB'yi düzenleyen neoliberal anlaşmalardan kurtularak kendi programlarını uygulamak için çok daha iyi manevra imkanlarına sahip olabilirler".