Türbanlı bacı yerlerde sürüklenirken

Haziran Direnişi günlerinde de olmuştu.

“Benim türbanlı bacıma şöyle böyle ettiler” denildiğinde direniş günlerinde polisin şerrinden payına düşeni alan tesettürlü kadınların videoları ortaya çıktı. “Bakın sizin polisiniz asıl türbanlı bacıya neler yapıyor.”

Sonra cemaat bu konuya eğildi. El konulan binalardan itilip kakılarak götürülen türbanlı cemaat ablaları ortadaydı. “Türbanlı bacı” hassasiyeti ile yeri göğü inletmiş olan diktatörün destan yazıcıları, bu destanlarında türbanlı bacıları da aradan çıkarıyordu.

Tabii burada teşhir edilen, sergilenen çelişkinin ötesinde bir boyutu vardı işin. Yani mesele sadece “türbanlılar velinimetim diyorsun ama sen de yeri geldiğinde onları hırpalıyabiliyorsun” polemiği değildi. Türbanlı kadıncağızların polisin şerrine uğraması ayrı bir yürek burkucu oluyordu.

Son Zaman baskınında da oldu. Türbanlı genç kızcağızın kan revan içinde fotoğraflarını gördük.

Kolundan sürüklenen, yerlerde yuvarlanan türbanlı kadınlar, genç kızlar. (“Ne kızı, kadın” tatavasını yapmayalım, okuyalım geçelim.)

Ve üstelik bu sefer solcular, sosyalistler, devrimciler de “duyar kastı”.

Oysa yerlerde sürüklenen kadınlara uzun süre önce alıştırılmıştık.

Gazi mahallesinde bir çöp konteynerinin yanına atılmış kızıl kıvırcık saçlı kadın. Dövülmüş ve öldü zannedilip orda yere serili bırakılmıştı. Özlem Tunç adı. Yaşadığı için tanıyoruz, 20 yıl sonra hala hatırlıyoruz.

1 Mayıs sonralarında gazetelerin korku haberciliğinin dibine vurduğu günlerde mutlaka sayfaları süsledi onlar. Gömlekleri sıyrılmış, sütyenleri görünüyorsa, ya da onca örselenmeden sonra kot pantalonlarının altından hafifçe iç çamaşırları ortaya çıkmışsa... Şiddet pornografisinin bittiği yerde kara taassubun en insani tanışıklıklardan yoksun bıraktığı vahşiler için alaturka bir arka sayfa güzeli!

Üstelik bizim için de tartışılır bir tarafı yok. “Kadınlığımızdan niye utanalım, siz vahşiliğinizden utanın” demeyi öğreneli yüzyıldan fazla oldu.

Türbanlı bacıya ise acınabilir. Çok üzülebiliriz.

O küçük Ceylan filmlerinin klişesi, “anacığının kucağından bir sabah bindiği otobüste zalimlerce kandırılıp geneleve düşmüş bir tazecik” gibi, çevresindeki kader kurbanlarının acıyarak sevdikleri bir kır çiçeği.

Kolundan çekilip, hafif itildiğinde bile içimiz cız edebilir.

Sakın yanlış anlaşılmasın, türbanlı kızcağızı alaya almıyorum.

Tersine bu durum aslında onun, bir kadın, bir insan olarak nasıl küçültüldüğünün de bir ifadesi.

O öyle kaldığı sürece “biz kadınlığımızdan utanmıyoruz, siz vahşiliğinizden utanın” diyemeyecek.

Ve karşılaştırmıyorum.

“Acılar karşılaştırılmaz”.

Pardon, hümanistiz ama o kadar da salak değiliz. Karşılaştırılmaz tabii ama bunun üzerine saçma sapan bir Mahzun Kırmızıgül suratı oturtmanın da alemi yok. “Hepimiiiiz” kardeştik. 40 bin yıl önce...

Hem zaten türbanlı bacı tam da acıların karşılaştırılması üzerine kurulu.

“Ey bu ülkenin kaşarlanmış solcuları. 80 yıldır işkencehaneleri, mahpusluğu ve sürgünleri tatmış aydın 'takımı'.

Bizim uğradığımız zulmün sizinkinden aşağı kalır tarafı yok.”

Bu ezgiyle topladılar fareli köyün artık kavaldan başka bir düdüğü tanımayan demokrat solcusunu.

Tarikat evinde, sakallı şeyhlerin inayetiyle oluşturulan “yaşam biçimi” şeriatçısı kızlar mangası, dangalak gardırop laikçilerinin üzerine sürüldüğünde yine acınaklı manzaralar vardı sahnede.

Anacığının kucağından ayrılmamış, babacığının pek dışarı salmadığı, abiciğinin bir yabancıyla görse bacaklarını kıracağı türbanlı bacı karşısında taş olsa yumuşar.

Yumuşar da...

40 bin yıl sonra kadının böyle silik, böyle ne yapsa acınacak bir nesne olarak konumlandırılmasından huylanan hiç mi yok!

Dövüyor işte polis. Erkeği de kadını da. Bıyıklıyı da türbanlıyı da...

Bizim salak solcu da içleniyor.

Hem özgürlükçü, hem salak.

Üstelik ikiyüzlü.

Madem bu kadar içleniyorsun, bu kadar duygulanıp ağlamaklı oluyorsun, gitsene yanlarına.

Merak etme, oturduğun yerden duyar kastığın için yediğin küfürler kadar küfür yemezsin.

 

Ve tüm itilen kakılan, örselenen, itaat etmeye zorlanan, onuru kırılan insanlar...

Cemaatinizle dayanışmayayım mümkünse ama size komünist şairimiz Nâzım'dan bir şiir armağan edeyim:

Aya gidilecek

            daha da ötelere,

teleskopların bile görmediği yere.

Ama bizim dünyada ne zaman kimse aç

                                                            kalmayacak,

            korkmayacak kimse kimseden,

            emretmeyecek kimse kimseye,

            yermeyecek kimse kimseyi,

umudunu çalmayacak kimse kimsenin?

 

İşte ben komünistim bu soruya karşılık

                                                             verdiğim için.