O kadar kızdiriyorsunuz ki, sinirden imla hataları ile dolu yazmak durumunda kaldim.. şimdi Avrupa'dan gelenlerde yerleşiyor. Ne oldu. Magdur Öğrenciler iyimi. Şimdi.
Okullar zaten tatil. Ayrıca onlara başka yurt olanağı sağlanıyor. Bir kismida. Ailesinin yanına gönderildi.
Marksizm uygarlığımızın son iki yüzyılına damgasını vurdu. Ama şöyle, ama böyle ve kim ne derse desin!
Marksizm gökten zembille inmedi. Bir dahiyane buluş da değildi. Toplumsal hareket içinde, bilimin gelişmesi içinde, aklın evrimi içinde dayanakları, kökleri kaynakları vardı.
Bu kaynaklardan birisi “ütopik sosyalizm” ya da ilk sosyalist ütopyalar olarak tarif edilir.
Jeopolitik konum.
İmparatorluk mirasını biraz reddedip biraz sahiplenerek aşılmış zorlu bir modernleşme geçidi.
Kapitalist dünyanın Sovyet sınırında durmanın getirdiği yükler.
Bununla beraber, akılcı Sovyet politikasının araladığı kapıları bir tür iç savaş yaşadığı 70'lerde, faşizmin çöreklendiği 80'lerde dahi kullanabilmenin getirdiği olanak ve çelişkiler.
Sitemiz merkezi ısınmalıydı. 24 saat sıcak su içinde.
Çok da sorun çıkardı. Bir yamaca dizilmiş, 5 katlı, 9 katlı apartmanlar ve bir sürü de dubleks “villa”. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin hemen yanında dizilmiş, Ergun Günçe, Yalçın Küçük gibi “hocaların” evlerini barındıran bu sitenin merkezi ısınmasının sağlıklı çalışması ciddi bir mühendislik başarısı olurdu elbette.
Büyük depremden 50 gün sonra Marmara Üniversitesi’nin önünde pankart açtı: 7.4 yetmedi mi?
Büyük felaket allahın gazabıydı...
Gölcük’te orduevinde rakı içen cenabet subaylarla, Yalova’da bikiniyle denize giren hanımlara gönderilmişti.
Pankartlı ve tesettürlü hanım buna inanıyordu.
Ondan 36 gün sonra Düzce depremi oldu.
İstihza, öteye itme, alay yok.
Belki çok dindar değilsiniz.
Belki de dindarsınız.
Yani belirli bir dini inanca sahip olmanın ötesinde bu inancın gereği olan pratiklere yaşamınızda önemli bir yer veriyorsunuz.
Hristiyan, budist ya da müslüman olabilirsiniz.
Ya da genellemelerle zorlamayalım, Türkiye’deyiz: Elhamdülillah müslümansınız.
DNA testi.
Eskiden yoktu.
Yanlış anlamayın düşündüğünüz şeyi kastetmiyorum. Yani şimdi de öyle her aklına esen “yahu şu bizim çocuğun da DNA’sına bir baktırsak, burun da bir garip, bizim sülalede hiç yoktur böylesi” deyip DNA testi yaptıramıyor.
Yaptırabilse yaptırır mı, o da şüpheli.
Ben adli soruşturmalar açısından diyorum.
Yılın bitmesiyle birlikte sayılar toplanmaya başlıyor.
Yıllık ihracat rakamları, enflasyon filan gibi şeyler zaten neredeyse her ay “uyarına göre” açıklanmak üzere hesaplanıyor, bunları geçin.
Başka sayılar var.
İçişleri Bakanı açıkladı: Kadın cinayetlerinde durumumuz Avrupa’dan iyi.
Kabaca şöyle: 2018’de 279, 2019’da (ilk 10 ayında aslında!) 318 kadın cinayete kurban gitmiş.
Oran olarak bakıldığında ülkemizde kadın cinayeti oranı BM sayılarına göre 2018’de 3.8 imiş. Avrupa ortalaması 7!
2018’de Türkiye’de yüzbin nüfus başına öldürülen kadın sayısı 3.8 iken, Avrupa’da bu 7.
Çok şeyi, varlığınızı borçlu olduğunuz babacığınız öldü.
Bir bağ evi vardı ondan miras. Güzel günler de geçirmiştiniz çocukluğunuzda. Severdiniz ama babacığınızın sevdiği kadar değil. Onun için ayrı bir anlamı vardı çünkü. O bağ evinin bir tarafını belki küçük bir atölyeye çevirmişti. Türlü alet edevatla ahşap oyardı.
Karar gazetesi’nin yalancısıyım, “üç ayların gelmesiyle birlikte ‘şükür namazı nedir’, ‘şükür namazı nasıl kılınır’ soruları” gündem olmuş.
Ama sizi yanıltmış olmayayım, üç aylar gelmiş değil, Karar Gazetesi Mart ayında hazırladığı bir haberde yazmış bunları.
John Heartfield, 1891 yılında Berlin’de doğup, 1968’de Doğu Berlin’de ölmüş komünist bir sanatçı.
Dead don’t die: Ölüler ölmez.
Jim Jarmusch’ın bu yıl izleyiciye sunduğu bir film.
1950’lerden beri Amerikalıların dünyaya bir klişe olarak “refah toplumu resmi” olarak saldığı, klişenin kendisi kadar neredeyse parodilerinin bile artık bir klişe haline geldiği küçük sevimli bir Amerikan kasabasında geçiyor. Adı parodiyi müjdeliyor aslında: Centerville. Merkez kasabası.
Herkese bir cesaret mi geliyor ne?
Ya da “korkunun ecele faydası yok, korktukça felakete daha fazla yaklaşıyoruz” diye düşünenlerin sayısı mı artıyor?
#Susamam şarkısı nasıl ortaya çıktı? Artık susmanın da bir faydası yok diye düşünenler “durulacak zaman değil gayrı” dediler de “madem bir kurtarıcı yok ortada, hepimiz kurtarıcı olacağız birlikte” mi dediler?
“Sevgili yazılımcılar, biz Amerikan askerlerinin sizlerin yardımına ihtiyacı var.”
Böyle yazmış, Irak ve Afganistan’da görev yapmış Lucas Kunce adlı “marine” arkadaş.
Deniz piyadesi kendisi.
Irak ve Afganistan gazisi marine Kunce arkadaş, neden yazılımcılara böyle bir çağrı yapmış, neden dert etmiş yazılımcıları derseniz...
Yuh!
“Dünya bir uzay istasyonunda boşanmak üzere olduğu eşinin hesaplarına girdiği iddia edilen astronotu konuşuyor.”
Uzaya gitmiş insan sayısı 2019 Temmuz ayı itibariyle 563.
Bu 563 kişiden birisi, eğer yine bir “uzay magazini” ile daha doğrusu magazin amaçlı bir uzay mizanseni ile karşı karşıya değilsek, uzayda işlediği bir suç için soruşturuluyor şu anda.
Dünyanın en yaşlı başbakanı Mahathir Muhammed.
1925 yılında, henüz bir İngiliz sömürgesiyken Malezya’da dünyaya gelmiş.
Öyle pek zengin ve soylu bir aileden gelmiyormuş. Annesi Malay, babası ise Hint kökenli. Politik kariyerinde bu Hint ata fazla öne çıkmamış ama King Edward VII Tıp Koleji’ni bitirmesini de sağlayan disiplin ve çalışkanlığı babasından aldığı söyleniyor.
Işıl Özgentürk, haddini bilmez bir yobazın “katılan taraf” sıfatıyla saldırılarına (bir kez daha) maruz kaldıktan sonra mahkum edildi.
Yazdığı bir köşe yazısı yüzünden mahkum edildi ve mahkumiyeti, bırakın protesto edilmeyi doğru dürüst haber bile yapılmadı.
32 yıl öncesinden başlayayım. Pangaltı civarında bir sinema salonu: İnci Sineması. Sosyalistlerin yaptığı toplantılarla ünlü.
Metin Üstündağ'ın "panel karikatürleri" vardır. Pipolu at kuyruklu, atkılı sakallı ve gözlüklü tiplemesi çok standart olan, "Sosyalizmin sorunları" panelleri...
1989’da Cumhurbaşkanı oldu. Aslında Cumhurbaşkanlığı’na kaçtı da denilir sıklıkla.
12 Eylül’ün ekonomi şefi. Cuntanın yönetimi devredeceği hükümeti belirlemek için yapılan seçimlerin galibi. Özal.
Patronlar demokrasiyi niye severi konuşmuş olduk. Kendi iç dengelerini kurmak, patronların egemenliğine dayanan düzenin bekasını bizzat patronlara karşı korumak için, kendi sınıf körlükleri nedeniyle uçurumdan aşağı yuvarlanmalarını önleyecek bir “üstyapı” denetimini sağlamak için ve elbette sömürülen sınıflarda kendi kendilerini yönetiyor oldukları yanılsamasını beslemek için.
“Faşizm tahlilleri...”
Geçtiğimiz yüzyılda marksistlerin ve devrimcilerin teorik tartışma gündeminin merkezinde sıklıkla bu durdu.
Hatta “1970’li yıllarda Türkiye solu ülkenin sınıfsal tahlili gibi konuları bir kenara koyup, faşizm tahlillerine yoğunlaştı dersek” yalan olmaz.
Yenikapı ruhunun medcezirinde terör faslı ona düşmüştü. Oluk oluk akacak kandan söz etti.
Ülkenin son 5 yılının yarısı esas reis için “Aman dikkat! Gitmemek için iç savaş bile çıkartır bu” denilerek geçmişti.
Bir önceki yerel seçimlerde (2014) “Aman dikkat edelim, provokasyon yapıp seçimleri hiç yaptırmayabilir” denilerek herkes çok dikkatli olmuştu.
HDP’nin 23 Haziran seçimlerinde nasıl bir yol izleyeceği çok merak edilen bir konu. Öcalan Mektubu ile “HDP ile AKP anlaşacak, hatta anlaştı” diyenler oldu ama hemen ardından HDP ve Kürt siyasetinden gelen açıklamalar bu doğrultuyu göstermiyor.
İstihza, öteye itme, alay yok.
Belki çok dindar değilsiniz.
Belki de dindarsınız.
Yani belirli bir dini inanca sahip olmanın ötesinde bu inancın gereği olan pratiklere yaşamınızda önemli bir yer veriyorsunuz.
Hristiyan, budist ya da müslüman olabilirsiniz.
Cem Karaca’nın pek neşeli seçim şarkısından alınmadır, başlıktaki soru. Aslında asıl neşeli bölüm şöyle:
“Gahve köşesinde üç beş tane başbakan oturuvemişlee
Amanieyynn...
Vallahül azim biz cihana bedeliz
Va mi bize yan bakan hee?
Eee essah deyon be Hüseyin ağa
Hakkaten sence ne oluvecek bu işlee
Valla nolcek olecee bişey yok
Önceki gün bu “sayfalarda” dünyada artan yoksulluk ve gelir adaletsizliği ile ilgili bir haber röportajı yayımlandı. Rus iktisatçı Valentin Katasonov’la bir Rus haber portalının yapmış olduğu söyleşiye dayanıyordu haber.
Katasonov, dünya üzerinde 2208 dolar milyarderi olduğunu ve bunların servetinin her gün 2,5 milyar dolar arttığını hatırlatıyor!
Balıkesir’in Karesi ilçesinde CHP’li aday adayının çekildiği haberi bu şekilde verildi: CHP’li Tellioğlu "Belirsizlikten yoruldum" dedi ve adaylıktan çekildi.
Karesi, 20 ilçenin bağlı olduğu Balıkesir Büyükşehir Belediyesi’nin merkezindeki iki büyük ve önemli ilçeden birisi.
"Seçim bir siyasi faaliyet değildir” buyurdu.
Bu öyle bir sözdü ki, “Anayasa diyor diye meclis başkanlığından istifa edecek ya da adaylıktan vaz geçecek değilim” ısrarı bile geri planda kaldı.
Binali Yıldırım’ın ikinci bir Yıldırım Akbulut vakası olarak görülmesiyle ilişkilendirilebilir: Çok da alaya alındı bu sözler.
1980’lerin sonlarında Sovyetlerde ve başka ülkelerde sosyalizmi sorgulayanların şeytanca buluşlarından birisiydi bu soru.
Çok matematiksel, çok felsefi, bir o kadar varoluşsal ve sonuna kadar metafizik/gerçeküstü bir soru...
Bir ülke dolusu insan, gelecek güzel günler için bir maceraya atılıyor. Devrim!
Zebercet’in Anayurt Oteli, romanından 15 yıl sonra 1987’de izleyicisine ulaşmış bir filmdi.
Eylülist demekte sakınca görmeyebiliriz.
12 Eylül ikliminin kendi etrafında yarattığı “yandaşlarının” dışında bir de karşı cephede yarattığı yıkıntıları vardı. “12 Eylülcü kim var?” Deseniz çok isim saymak mümkün değil. Ama herkes bir dönem 10 yıllığına Eylülist oldu demek yalan olmaz.
Cemaat-AKP prodüksiyonu Ergenekon operasyonlarının hız kazandığı günlerden birinde berber koltuğunda izlediğim haber muhteşemdi. Operasyon kapsamında 20 dakika önce evinden alınmış olan doktorun mesleki rezaletlerini, muayenehanesinde hastalarını nasıl kazıkladığını, sonra kendisini nasıl savunduğunu vs. içeren bir VTR haberin ortasına yerleşmişti.
- Usta nolucak bu Suriyelilerin hali?
- Allah bilir Muallim.
- Abi bırak şimdi şakayı. Her yer Suriyeli doldu, ne olacak bunlar? Bir de kendi işçisine vermediği maaşı devlet bunlara veriyor.
- Yuh be Muallim. Ben de yurdundan edilmiş, evini barkını, belki çoluğunu çocuğunu geride bırakıp gurbetçilik yapanlara, gurbetçiden beter olanlara acıyorsun sandım.
Hastanelerde kağıt olmadığı için basılamayan tahlil sonuçlarını (artık alışıldığı üzere) sosyal medya hesaplarından yayınlanan fotoğraflarla öğrendik. Kağıt yok, sonuçlar basılamıyor ama doktorunuz bilgisayar ekranından görebiliyor.
Bu fotoğrafı haber yapanların kaçı ötesini merak etti bilmiyorum. Oysa sadece küçük bir işaret, küçük bir parçaydı.
O gitsin de sonrasına bakarız...
2018 seçimlerine muhalefet “cephesi” bu cümleyle giriyor. Ne ara cephe olduk, “hayır cephesi” derken ne oldu da birden hep birlikte “demokrasi cephesi”ne doluştuk? Bunu bir kenara koyalım.
Artık sadece iki şeye hayret edebiliyoruz: Hâlâ bir şeylere hayret edebilmemize, bu bir. Ve bazı şeylere hayret etmeyebilişimize, bu iki.
Kendi adıma söyleyeyim.
Türkçeye henüz çevrilmemiş, herhalde bugünlere kısmet olur çevrilir; Wikipedia’da şöyle bir madde var: Seçimlerde gösterilmiş insan olmayan adaylar. (Non-human electoral candidates)
Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın en büyük şansı. Zaman zaman heyecanlanıp kendisine teşekkür ettiği, “allah seni yanı başımızdan eksik etmesin” mealinde sözlerle Kılıçdaroğlu’na şükran borcunu ifade ettiği de oldu.
Yalçın Küçük’ün Kılıçdaroğlu’nu “AKP Genel Başkan Yardımcısı” olarak tanımlaması da pek yerinde.
Bunlar olgular, bunlar ortadaki gerçekler.
“Gençler, 2019’da tüm mahallelerde, üniversitede, liselerde Parti bayrağını dalgalandırmaya hazır mıyız?”
Kemal Unakıtan, Recep Tayyip Erdoğan’ın pek sevgili sağ kollarından birisiydi. 2002 seçimlerinde adaylığı reddedilen Erdoğan’ın yerine onun isteğiyle birinci sıradan aday oldu. Yine Erdoğan’ın kararıyla ilk AKP kabinesinde Maliye Bakanı olarak yerini aldı.
15 Temmuz’dan sonra yeniden günün konuları arasına girdi. Gülen militanları vesilesiyle. Sümüklü fanila fetişisti topluluk, Hasan Sabbah’ın fedailerine benzetiliyordu.
Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan’ın yazılarını okudum, arka arkaya, bugün. Pazar yazıları!
Kesinlikle bu konuda bir kamu spotu hazırlanmalı. Yurttaşlar uyarılmalı.
100 katlı bir gökdelenin hızlı asansörüyle 3-5 saniyede 105 kat inmiş gibi oldum. Eksi beşinci katta asansörün yanına mutlaka tuvalet konulmalı böyle binalarda.
Televizyon muhabiri, "yılbaşı çekilişi öncesi Nimet Abla gişesi" haberi yapıyor.
Suratındaki muhteşem gülümseme ve yansıttığı müthiş heyecan öyle ki, "Nimet Abla'dan piyango bileti almak için kuyruğa girmişlerin, ellinci kez haberini" değil de Amazon ormanlarının derinliklerinde yaşayan bir Neandartal topluluğu ile ilk karşılaşmanın haberini yaptığını düşünebilirsiniz.
Bahçeli, Erdoğan ve manevi şahsiyetine dönük karşılaştığı en büyük saldırı belki de bir hafta boyunca bu iki isimle birlikte anılması olan “bizim Deniz...”
Yok yok, bir de ben bu hikayeye girecek değilim. Rıdvanı, Bahçelisi, Tayyipi, şeytan götürsün hepsini.
Müthiş bir fantezi değil mi? Zamanda yolculuk.
Aslında şu uzayın bükülmesi, kuantum “felan” gibi modernist takıntıları bir kenara bırakırsanız, öyle yeni bir fantezi değil.
Ben galiba bir fışkiye kırdım.
Melih Gökçek’e 4 Bin (yee)teele ödememe hükmetmiş bir mahkeme.
Günahı, davanın kendisinin saçmalığı karşısında gülümsemekle yetinen hukuk emekçisi yoldaşlarımın boynuna: Mahkemeye çıkıp iki satır söz söylemek hakkımı da kullanamadım.
Takşak paşa vardı hatırlarsınız.
“(Başbakan) Çiller tak diyor, ben şak yapıyorum” diyen bir Genelkurmay Başkanı. O devri yaşamayan, bilmeyen biri olsa, “Dolmabahçe mutabakatından (!) yıllar önce orduyu sivil otoriteye bağlayan bir demokrat paşa çıkmış demek ortaya” diyebilir.
Ben de milyonlarca yurttaşımla birlikte “Türk’ün aklı bulaşık yıkarken de gelir mi sahi?” sorusu üzerine kafa yormaktaydım.
Fotoğrafı çoğu okur görmüştür. Ankara’da bir hafriyat kamyonu açık kalmış damperi ile otoyolda bir tabelaya takılmış. Tabela devrilmemiş, kamyon şaha kalkmış.
Fotoğraf üzerine şeyler söyleyesim var.
“En büyük engel adınız. Millet ‘komünist’ kelimesini duydu mu kaçıyor.”
“Çok doğru bu söyledikleriniz ama bunu komünistlik olarak sunmasanız işiniz çok kolaylaşır.”
“Komünistlik deyince milletin aklına dinsizlik, imansızlık geliyor. Biliyorsunuz işte, bir de böyle efendim karısını kızını paylaşan filan. Yani böyle biliyor millet. Hep öyle anlatılmış.”
Önce sosyal medyaya düştü, sonra haber oldu. (Artık alıştık bu algoritmaya da.)
AKP’li gençler dünyanın yuvarlak olduğu konusundaki pozitivist dayatmaya kafa tutayazmışlar. Muhtelif kanıt da sunarak, yuvarlaklık senaryosunun zayıf noktalarını ve buradaki derin komployu deşifre eden bir yazı partinin Fatih gençlik kollarına ait internet sitesinde yayınlanmış!
5 yıl önce sonsuzluğa uğurladık. 24 Ağustos 2012'de. 5 yıl sonra o günü anarken aklıma gelenleri paylaşmak istedim.
47 yıl önce çekilmiş bir filmi anarak. Umut’u.
“AKP’nin gizli gündemi var diyen laikçi teyzedir, pis kemalisttir, paranoyaktır, ulusalcı, jakoben ve ittihatçıdır” denilen yıllardı.
Atom Bombası, emperyalist savaş makinesinin dümenindekiler için bombalardan bir bombaydı. Çok güçlü, çok yıkıcı, benzersiz... Ama yine de bir bomba. Şu kadar ton TNT’nin yıkım gücünde, uçaklardan atılacak bu kadar ton bombaya denk. Atom silahlarının kullanımının “hava harekatı” kavramı ile karşılandığını görebiliyoruz!
“Bana satarsanız, herkese satarsınız” dedi adam. Nedense “holding binasında”ydı görüşme. Adamınki bildiğin konfeksiyon fasonculuğuydu ama holdinkti işi. Biraz fasonculuk, biraz iç pazara ihracat fazlası yükleme işini markalı dükkanla yapmak... Gemisini yüzdüren kaptanın yaptığı bütün iş buydu aslında. Tüm küçük tüccarların bir küçük numarası vardır.
Herhalde günün sorusu budur: Zenginler demokrasi istiyor mu?
Soru kuşkulu bir sorudur. Bir kere demokrasi (tövbe) artık tanımlanabilir bir şey olmaktan iyice çıkmıştır. “Demokrasi ama hangi sınıf için demokrasi” sorgulaması bile kavramın uçuk ve anlamlandırılamaz bir uydurma olduğu gerçeğini yeterince ifade etmiyor.
Suriyeli mi çocuk, Türkmen mi mesela, yoksa Roman ya da Kürt mü?
McDonalds Nişantaşı şubesinde yaşananlarda fail de kurban da emekçiydi. Patron aradan sıyrıldı. İnsanlıktan çıkmış dükkan çalışanı işten çıkarıldı. Suriyeli göçmen olduğu duyurulan ve kağıt toplayan bir aileden olduğu anlaşılan çocuk haşlandı.
Kabul! Ben evet diyeceğim. Diyeceğim de mesele hallolmuş olacak mı?
AKP’li bakanlara seslendiğimi sanmayın.
Uzun ve oldukça ikna edici bir mesajla TKP’ye “Evet deme” çağrısı yapan Hayır cephesinin kahraman ve siyaset dehası bir neferi var, ona sesleniyorum.
Hiçbir şey getirmiyor. Fiili diktatörlüğe (bir) anayasal çivi (daha) çakıyor. Bir anayasa değişikliği oya sunuluyor ama aslında oylanan bir süredir sallanan ve düşmemekte ısrar eden çürümüş bir rejimin olduğu gibi kalması.
İlginç bir durum.
Beşiktaş’ta iskelenin karşısında bir çadır.
Yok; sokakta yaşayanların içine sığıştıkları brandalardan biri değil.
Sirk çadırından küçük, tatilci çadırından büyük, öyle küçük ölçekli iftar çadırı gibi bir şey.
12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün yanlış sorusu buydu: Darbe kime karşı yapıldı?
Çoban Sülü’nün yanlış soruya yanlış cevabı, bir burjuva siyasetçisinin ağzına en çok yakışan cümleyle ifade edildi: Hep bana, hep bana!
Oysa her ikisinde de Demirel, yani mevcut hükümet darbeyle devrilen değil kurtarılan taraftır.
12 Eylül için fazla hafif bir ifade sayılabilir elbette.
Hayır diyorsun. Hayırlı olsun.
Erdoğan ve ekibinin, başkanlık sistemi ile elde edeceği gücü Oslo süreçlerini tekrar başlatmak ve ülkeyi bölmek için kullanacağını düşünüyorsun. Ve bu yüzden “hayır” diyeceksin. Erdoğan’ın idamı getirme konusunda dahi samimi olmadığını, “teröristbaşını” asmak şöyle dursun serbest bırakıp başmuhatap yapacağını düşünüyorsun.
Başkanlık tartışılıyor!
Çıldırtıcı...
Yanına üç bakan alırsa iyiymiş, yargı bağımsızlığı için şöyle olmalıymış, güçlü yönetim için böyle...
Türk töresinde yokmuş, tek adam yönetimi geçmişte kalmış, şuymuş buymuş.
Başkanlık tartışılıyor.
Bu yazı 30 Aralık Cuma günü için Perşembe gecesi yazılmıştı. İstanbul’da postmodern elektrik kesintilerinin henüz başladığı bir gündü. Örneklerini çokça görmemize güvenerek kesintiler hakkındaki değerlendirmemi ezbere yazdığımı itiraf etmek durumundayım: Dağıtım şebekesine özelleştirme peşkeşlerinden birinde sahip olmuş dağıtım şirketleri “havadan para kazanıyoruz.
Anadolu'da bazı kasabalar "polis koleji sınavları" ile işaretlenir.
25 yıl önce böyle bir Ege kasabasına yolumuz düştü.
Kasabanın gençlerinden bir grupla kurulmakta olan Sosyalist Türkiye Partisi'ni konuşuyorduk.
Tütüncülük temel geçim kaynağıydı ve fakat yolun sonuna gelinmekteydi.
Gençler çoğunlukla işsizdi ve önlerindeki olası geçim kapısı "polis olmaktı."
Devleti ve milleti ile bütün olan Türkiye Cumhuriyeti değil konu.
Konu devrimci mücadelenin bütünlüğü.
İlham kaynağı ise sonsuzluğa uğurladığımız Kübalı devrimci Fidel ve onun yoldaşı Che.
Kriz tellallığı yapan yapana. Sanki kriz hizmetinde oldukları düzenin krizi değil. Sanki bozuk düzen, onların düzeni değil. Sermaye ve partileri, kendi krizlerinden yine emekçiye pay çıkarmak peşinde.
Yıllar var, bir konu neredeyse ülke gündeminden düşürüldü.
Türkiye ekonomisinin, daha doğrusu Türkiye kapitalizminin yapısal sorunları.
Zorunlu din dersleri İlkokul 4. sınıfta başlıyor.
9 yaşında çocuklara “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi.
Dinde zorlama yok, o yüzden zorunlu ders olarak.
Anayasa’da var. Açılan davalarda devlet görevlilerinin en önemli savunması: Anayasal zorunluluk bu, vermesek olmaz.
Son olarak Ahmet Ümit söylemiş: Ülkede solu bitirirseniz her şeyi bitirirsiniz.
“Antep düzelir mi?” sorusuna yanıt verirken söylemiş bunu. Düzelmez! Bunu söylemiş, eklemiş “Bütün Antep; romancılar, idareciler, gazeteciler birleşse Antep kurtulmaz.”
Çünkü solu bitirirseniz her şeyi bitirirsiniz.
Doğrudur, çok doğrudur.
Haziran Direnişi’nin ardından “sokak” ve “mücadelenin sokaklara taşınması” sol siyasi literatürde ve tartışmalarda önem kazandı. Aslında “sokak” konusunu önemli bir siyasal eksen haline getiren direnişin sönümlendiği noktada ortaya çıkan karşıtıydı.
“Seçim sandığı” Haziran Direnişi’nden çok önce, ülke siyasetinde ve toplumsal mücadeleler alanında kurulduğu tahtından indirilmişti.
Amasız, fakatsız laiklik.
Öneksiz, çekiştirmesiz, yumuşatmasız tarafından.
Özgürlükçüsünü istiyoruz dediğinizde, özgürlükçü olmayanı var diyorsunuz ve mahkum ediyorsunuz aslında.
Dinin siyasette yasaklanması yahu.
Laiklik bu.
Bunun özgürlükçü olanı, olmayanı ne olabilir ki?
“Özgürlükçü olmayanı var, ondan istemiyoruz”
Ben son zamanlarda en çok Hoca Nasreddin'i anıyorum.
Anadolu bilgeliği, insanımızın zarif alaycılığı falan gibi sözlerle edebiyat parçalamayacağım.
“Göle maya çalmanın” esprisi kadar çarpıcı olan herhalde göle maya çalanların diyarında yaşıyor olmamız.
Erdoğan'ın “kandırıldım” sözünün olağan koşullarda bir tür travma yaratması beklenirdi. Erdoğan'ı peygamber ne kelime “Allah” ilan etmesine ramak kalmış yandaşlarının “onun da kandırılabilir” olduğunu fark ettiklerinde ağır bir travma yaşaması gerekirdi.
Tersi oldu.
“Kandırıldım” sözünün şaşkınlığa ittiği, travmatize ettiği Erdoğan muhalifleri oldu.
10 Eylül Türkiye Komünist Partisi'nin bundan 96 yıl önce kurulduğu gündür.
Solgun duygusal fotoğraflarla, 96 yıl boyunca gelmiş geçmişlerin, şairlerin, aydınların, işçi liderlerinin yüzleriyle anılabilir.
Hafızasız bir toplum olduğumuzdan şikayet ettiğimiz devirler geride kaldı bence.
“Ne çabuk unutuyoruz” diyorduk. Demirel'i ne çabuk unutmuştuk; “bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” diyen, faşist çete MHP ve Ülkü Ocakları'nın koruyucu meleği rolünü hiç bırakmamış Demirel, 10 yıl sonra demokrasinin kurtarıcı meleği olarak sahneye çıktı ve kimse hatırlamıyordu!
Denir ki, Hızır Paşa Pir Sultan'ı Toprak Kale'ye hapsetmiştir ve darağacı kaçınılmaz kaderidir.
Hızır Paşa yetinmez bu kaderle, Pir Sultan'ı halkın içinden geçirip yollar darağacına. Ve buyurur ki, halk taşlayacaktır Pir Sultan'ı.
Halkın içinden geçer Pir Sultan, taşlayan taşlayana. Rivayet odur ki atılan taşların hiçbiri değmez Pir Sultan'a.
Dinsel dayatmalar, gerici ve ikiyüzlü zorbalık her yerde kendini gösterirken, din meselelerini hâlâ “inanç özgürlüğü” parantezine sıkıştırmakta ısrar edebilir miyiz?
Geride bıraktığımız yıllarda utanmaz liberallerin büyük sahtekarlıklarından birisi, Türkiye'de İslam inancına dayalı örgütlenmelerle devlet “otoritesi” arasında yaşanan çatışmaya ilişkin uydurmalarıydı.
Mütedeyyin okurun yaşananları anlamasını istiyorum. Zorunlu din derslerinin, zorunlu din öğretiminin yarattığı acayiplikleri, ailelerin yaşadığı sorunları, din dersinde öğretmenin anlattıklarından sonra dehşet içinde eve gelen, ağlayarak annesine o gün kendisine söylenenlerden sonra nasıl korktuğunu anlatan çocukları...
Düşünsenize, zorunlu dinsizlik dersleri konulmuş.
Askeri vesayet, dinin kullanılması, lider sultası... Siyasal yaşamın “biçimsel” özelliklerine ilişkin çok şey söylendi şimdiye kadar. Ülkemizde siyaset demokratikleşmeliydi, iyileşmeli, güzelleşmeliydi.
Siyasetin yapılma biçimine, siyasette ağır basan kurumlara ve geçerli olan araçlara ilişkin şeyler söylendi.
Bu iş nasıl bu noktaya geldi?
Türkiye'nin yakın tarihinde bir 2002 kırılması var. Tanıdık aktörlerden “siyasal islam” siyaset terazisinin denge kolunda gezinen bir özne olmaktan çıkıp iktidara yerleşti.
Liberalleştirilmiş, Amerikancılığı test edilmişti.
Mecliste bir sosyalist vekil ne işe yarar?
İşçi düşmanı torba yasalar geçerken, bol istatistikli göz yaşartıcı konuşmalar yapabilir mesela. Geçtiğimiz yıllarda iş kazası olarak istatistiklere geçen işçi cinayetlerinin ulaştığı dehşet verici boyutları ortaya koyarak, sermayeden hesap sorabilir.
Keşke... Keşke 1978’de Maraş Katliamı olduğunda “hükümetin başı”nda olan Ecevit sıkıyönetim ilan etmek yerine MHP’nin üzerine gitmeyi, bu cinayet şebekesini kapatmayı bilseydi.
Cihatçılara yollanan silah dolu tırların, devlet kademelerine yerleşen İslam militanlarının ve Diyanet bütçesine ayrılan liraların miktarı ile imam hatip sayısı arasında kesin bir orantı vardır!
Karşı çıktığının mantığı ile akıl yürütmek siyasette büyük tuzaklara balıklama atlamayı getiriyor.
“Yüzde 49.5 oyla Başbakan olmuş birisinin istifaya zorlanması darbedir” cümlesi tam böyle bir cümle.
Dün Mersin'de beş yaşında bir çocuğun anaokulundan eve “umut dolu bir ölme isteği ile dönüşü” haberlerini okuduk.
“Değerler eğitiminde” çocuğa cennetin ne kadar güzel bir yer olduğunu anlatmışlardı ve çocuk evine döndüğünde annesine “hemen ölüp cennete gitmek istediğini” söylemişti.
Haberi okumuşsunuzdur, dehşet içinde kalan anne soluğu okulda alıyor.
Gezi'nin kahramanlarını hatırlıyor musunuz?
Gezi'nin yarattığı kahramanları.
İsimsiz milyonlardan söz etmiyorum. Gezi'den önce de ülkenin ünlülerinden olan, “tanınmış” kişiler olan kahramanlardan, hani Şafak Sezer'in bile az daha listeye dahil olacakken hızla dışına kaçmış olduğu “gemilerini yakmışlar”dan söz ediyorum.
Birinci parçamız, 17 Haziran 2013 günü ortaya çıkan Duran Adam. Parkın boşaltıldığı, Haziran öfkesinin de, geniş bir toplumsal kesimdeki “teyakkuz halinin” de sürdüğü ama “sık bakalım” döneminin kapanışının yavaş yavaş kendini hissettirdiği günlerde ortaya çıktı. “Bu direnişi bitirir” tepkileri de aldı, “direniş yaratıcıdır, yeni biçimlerle sürmektedir” tepkileri de.
Okurlardan özür diliyorum. Birkaç gündür beni epey zorlayan bir "yine mi" gribi nedeniyle bugünkü yazımı yazamayacağım.
Erdoğan'ın yolcu edilmesinde solun payı olacak mı?
Ya da şöyle soralım: bugün bir şeyler Erdoğan'ı yerinden edecekse, solun da buna bir faydası olacak mı?
Bu soruda bir muhasebe de var. Geride bıraktığımız döneme bir bakmak gerek. Erdoğan geriledi mi, sol onu geriletti mi?
Yetmez ama Ayşe Arman'la aynı fikirdeyim.
Konu, Ali Ağaoğlu'nun bir insan çiziktirmesi olduğunun sadece yeni bir kanıtı olan ünlü basın toplantısı...
Böyle bir düşmanla başa çıkmaları zordu.
Geçen yüzyılın egemen güçlerinden, emperyalizmden, dünya gericiliğinden söz ediyorum.
Oysa ne kadar açık konuşmuşlardı.
Adını koyarken bile. “Anaların, bacıların ağladığı, kardeşlerin can verdiği günler geride kalacak” derken bile barış değil çözüm deniliyordu.
“Özal, bu yolda canını koydu ortaya” derken de çok açık sözlüydüler.
Her şeyde tutarlılık aramamak lazım.
Çok alaturka bir giriş oldu. Estetize ve entelektüalize edeyim.
Değişimin dinamiği bir yanıyla toplumlarda ve bireylerdeki tutarsızlıktır.
“Halkımız mütedeyyindir.”
Beriki ilahi adalete inanır. Hesap ahirette görülecektir, amel defterinde yazılan neyse o...
Allah için yaşar, ödülünü de cezasını da onun vereceğine inanır. Allah'tan başka kimseden korkmaz. Ve abdesti sağlam oldukça namazından kuşku duymaz.
Ama yine de bir gözü döviz kurundadır.
Haziran Direnişi günlerinde de olmuştu.
“Benim türbanlı bacıma şöyle böyle ettiler” denildiğinde direniş günlerinde polisin şerrinden payına düşeni alan tesettürlü kadınların videoları ortaya çıktı. “Bakın sizin polisiniz asıl türbanlı bacıya neler yapıyor.”
Filmin kısa özeti: Son icraatı Alman emperyalizminin yanında allah için cihada kalkmak olan halifenin yokluğunu çekenler, halifelik yaşıyor olsaydı Arap dünyası böyle parça parça olmazdı zannedenler... Yine fena uyduruyorsunuz!
Hilafetin kaldırılmasını kaldıramayanların sesi son yıllarda biraz daha fazla çıkıyor.
Siyasetten kaçıyorsunuz, siyaseti olur olmaz her şeye karıştıranlardan hoşlanmıyorsunuz.
İyi de o zaman niye böyle her konuda politika yapıyorsunuz?
Mesela şu imam hatip dönüşümleri konusunda yaptıklarınıza bir bakalım.
Çok kurnazca politika yaptığınızı düşünürken, nasıl boşa düştüğünüzü bir görelim.