Sokak dediğin hayat kavgasının olduğu yerdir

Haziran Direnişi’nin ardından “sokak” ve “mücadelenin sokaklara taşınması” sol siyasi literatürde ve tartışmalarda önem kazandı. Aslında “sokak” konusunu önemli bir siyasal eksen haline getiren direnişin sönümlendiği noktada ortaya çıkan karşıtıydı.

“Seçim sandığı” Haziran Direnişi’nden çok önce, ülke siyasetinde ve toplumsal mücadeleler alanında kurulduğu tahtından indirilmişti.

Meclisteki partilerin, Başbakan'ın, bakanların yok saydığı, “muhatap bile almadığını” ilan ettiği dinamikler ülkedeki siyasi nabza şekil verebildiklerini gösterdi.

TEKEL işçileri, ekmekleriyle oynanan bir “vatandaş grubu” olarak otobüslere binip geldikleri başkentte, hükümete arz eden değil, halkla buluşan bir emekçi hareketi oluverdi.

“Milli irade” kabloları çekmeye kalktığında sokaklara internet eylemleri aktı.

Liseliler, hesap sordu. İtiraz dilekçeleri ile değil, sokağa dökülerek.

Direniş sokaktan nasıl çekildi?

Haziran Direnişi bu patikadan çıkmıştı, aynı patikadan geri indirildi.

2014 Yerel Seçimleri'nde piyasaya çıkan “sandıkta geriletme” hikayeleri, Ağustos'a “Ekmeleddin fırsatı” ile, 2015 Haziranı'na bağlamalarla, özlenen ittifaklarla, sokak sandık diyalektiği halüsinasyonları ile taşındı.

Hikâyeyi uzatmayalım. Bazı fotoğrafları hatırlatalım.

Sokak sadece sokak eylemi değildir. Bir ara bunu öğrendik. Sokakları TOMAlara terk etmemek, yasaklanan eylemlerden geri basmamak... Bunların her türlü akıl yürütmeyi gereksizleştirdiği bir psikolojik direniş evresinden çıkıldı ve buraya gelindi.

Sonra; sokakları gericiliğe terk etmeyeceksek, bunu ancak güçlü çıkışlarla, anlamlı güç gösterileri ile yapabiliriz, bunu öğrendik. Kararlılık gösterisinin sayısal ölçütü olmayacağı belirlemesinden, düzenin güç gösterilerine zemin hazırlayan zayıf ve ezdiren eylemlerden kaçınma fikrine gelindi.

Kent meydanlarını doldurmak, gericiliğe terk etmemek kadar mahalleyi, yaşam alanlarını direniş mevzii haline getirmek de önemli. Buralara da gelindi.

Öyle ya da böyle “sokak” kelimesinin cazibesi hiç ortadan kalkmadı. Bu cezbelenmenin çocukça bir saplantı haline gelmemesi için bulunan formüllerse daha çok sokağın tanımı ile oynamaya dayanıyordu.

Fetişler ve zorunluluklar

Yukarda özetlediğim fotoğraflardaki tüm bilinç evreleri aslında geçerli, doğrulanmış değerlendirmeleri esas alıyor.

Kararlılık göstermek gereken anlarda, bazen sayı değil varlık/yokluk önem taşır.

Kararlılık gösterisi başka bazı durumlarda kitlesel heyecanın, direnç eğiliminin fiziki zora kırdırıldığı bir rezalete de dönüşebilir.

İkililerin her biri de, aslında pekâlâ geçerlidir.

Tüm bu hikâyede unutulan iki şey var. Önce “zaten var” denilerek geçiştirilen, giderek “olsa ne olur, olmasa ne olur”a ulaşılan iki şey: Örgüt ve ideoloji.

Örgütlülüğü güçlendirme ve örgütlü bir biçimde tasarlanıp hayata geçirilme boyutları unutulduğunda sokak da, eylem de kolaylıkla bir sabun köpüğüne dönüşebilir.

Belirli bir fikirsel sürekliliği, bir toplumsal hedefi ve giderek bir siyasal programı temsil etmediğinde de...

Bu söylenenlerin otomatik olarak daha pratik ve daha yerel olan karşısında daha teorik ve daha bütüne dair olanı temsil ettiği düşünülmesin.

Tersine...

Aslında sokak bir romantizm alanı, bir fetiş olmaktan çıkıp, gerçek, soluk alıp veren, yaşayan bir şey haline geldiği ölçüde örgütlülük de ideolojik temel de bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor.

Güncel duruma dönerek bunu biraz açacağız.

Şimdilik tespiti tekrarlayalım: Örgütlülüğün güçlendirilip kalıcılaştırılması ve belirli bir dünya görüşünün güçlendirilmesi, eylem ve sokak için iki önemli ölçüttür. Bunlar yoksa eylem etkili değildir, sokak varlığı kalıcı değildir. Bu birinci nokta.

Büyük siyaset meselesi

Sokak, sandık vs. konularında söylenenlerin ima ettiği bir şey var: Sokak son tahlilde tekil olana, belirli bir spesifik konuya ilişkindir. Sandıkta ise büyük siyaset bağlanır. “Gerici partinin hükümet olması ya da olmaması, zorunlu din dersinin anayasadan çıkartılıp çıkartılmayacağı, Kürt sorununda çözüm mü savaş mı istendiği vs. Bunlar büyük siyaset alanını tarif eder.” Sandık'ın tekelinde değildir elbette.

Burada işin “sandık” kısmını bir kenara koyalım. Kabaca, büyük siyasetin mecliste yapılan konuşmalardan, basın açıklamalarından, anayasadan, siyasal bildiri ve protestolardan geçtiğini, sokaktan geçenin ise aranan haklar, korunan ağaçlar, güvenceye kavuşturulan taşeron işletmeler vs. olduğu söylenmektedir.

Buna sınıf ve siyaset ikilemi de eklenebilir. “Büyük siyaset tanımı gereği burjuva siyasetidir, sınıf mücadelesi ise burjuva siyasetinin yapay ve sanal gündemleri ile değil sınıfların gerçek sosyal-ekonomik çatışmaları ile belirlenir.” Böyle de denilebilmektedir.

Bunlar yanlıştır.

Zorunlu din dersine karşı dilekçe veren, milli eğitimin yobazları ile kavga veren bir öğrenci annesi bu ikilemler sisteminde tanımlanamayacaktır!

Oysa o, sokaktadır ve dibine kadar büyük siyasetin gündemine müdahale etmektedir.

Sırtını burjuva hükümetlerine dayayarak sömürü ve vurgunda sınır tanımayan patron, yatları, malikâneleri, Ferrarileri ile sadece mürekkebine dokunabildiğimiz gazete sayfalarındadır. Uzaktadır. Vurgunları ve hükümet partileriyle ilişkileri büyük siyasetin konusudur... Diye düşünürüz.

Milyonluk cipleriyle ailecek fabrikanın otoparkına park ettiklerinde... Cipleriyle, skandallarıyla, aşırı zenginlikleri ve vurgunlarıyla, üç aydır ücretini alamayan işçinin elinin uzanacağı yerdedir. Yumruk mesafesinde!

Üç aydır ücretini alamayan işçi, direnişe geçtiği fabrikanın önündeki çadıra doğru sürülür. Patronların amacı direnişi sokağa dökmek değil, sokağın dışına itmektir. Fabrikanın önündeki çadırda, karda kışta direnmeyi sürdüren işçi de diktiği çadırı sağlamlaştırmayı değil, fabrikanın içine tekrar girmeyi, dışına itildiği sokağa tekrar egemen olmayı ister.

Bu son örneği biraz kurcalayayım ki, kaş yapalım derken göz çıkartmayalım.

Fabrika önünde açılan direniş çadırları, içerde süren sınıf mücadelesinin yeni bir evresidir elbette. Bir kararlılık gösterisi olduğu ise tartışılmaz.

Ama sınıf mücadelesini kitaplardan ve internet “kupürlerinden” değil de içinde yaşayarak öğrenen herkes çok iyi bilir ki, bu direniş çadırları direnişi fabrikanın dışında görünür kılmak için değil, fabrikanın içindekilerde diri tutmak için kurulur. Çadırın önünden geçen belediye otobüslerinden görünen “Direnişimizin 129. günü” pankartı otobüsün içindekiler için belki sadece umut kırıcıdır. Servisten inip turnikeye giren işçi içinse bir hatırlatmadır, bir hesaplaşmadır, bir iç kavgadır.

Burada ikinci tespitimizi tekrarlayalım: Sokak, örgütlenilen, ekmek kavgası verilen, konuşulan, yazılan, düşüncenin, duygunun, tavrın alınıp verildiği mekânlardır. Bu mekânları unutan ya da marjinalize eden sokağı marjinalize eder. Ve bu mekânlar, yani yaşam alanlarımız, alabildiğine politiktir. Politik mücadelenin, “büyük siyasetin” dışarda bırakılarak girileceği yerler değildir. Esasen bu mekânları “sokağın” dışında görenler bu mekânlardan uzak da durmazlar. Nasıl dursunlar, onlar da bu mekânlarda yaşarlar! Yaptıkları “sokağa” bıraktıkları siyaseti, içeriye sokmamaktır.

İki belirlememizi birleştirelim.

Eylemde örgütlülüğü küçümseyen, yaşamı küçümser. Eylem, bir basın açıklamasının ya da mitingin sıkıştırıldığı bir kısa aralıksa, burada hayat yoktur. Suni teneffüs vardır.

Bu mantık, bir mitingin örgütlenmesi sırasında ulaşılan yüzbinlerce insanı değil, miting alanında saydığı kelleleri önemser. Kelleler az geldiğinde “atraksiyon” peşine düşer.

Örgütlülük, mücadelenin yaşamdaki sürekliliğidir. Her türlü örgütlülükten söz ediyoruz. Elbette bağlandığı yer siyasal örgütlülük olarak.

İdeoloji, insanların yaşama bakışlarını, dünya görüşlerini değiştirme mücadelesi, eylemin sonucu ya da eklendiği bütün değil bizzat varlık nedenidir.

Şimdi son nokta...

Bugün.

Umutsuzluğu, karamsarlığı, miskinliği, bezginliği ve hareketsizliği kıracak olan formül de buradan çıkıyor.

“Erdoğan, gitti gitti geldi. Şimdi daha büyük bir karanlığa gömüldük.

Başkanlıktan vazgeçecek sandık, vazgeçmedi! Taksim mitingiyle ona dur dediğini sandığımız Kılıçdaroğlu, Yenikapı ruhuyla halkayı kendi burnuna taktı. Erdoğan, milli mutabakat, uzlaşma, birlik diye başlayıp yine aynı yere gelebildi.

Ve olmadı, olamıyor işte!”

Bu ruh halini kıracak olan, burada pompalanan karamsarlığı gömecek olan, büyük siyasetin taşlarını yerinden oynatmak değil. CHP şöyle değil böyle yapsa, HDP ile CHP şöyle böyle etseler... Anahtar burada değil. Anahtarın açacağı kilit bile bu değil.

Yaşamın kendisine, sınıf mücadelesinin ekranda değil hayatta olduğu yere bakmak gerek.

Şalvarlı gerici ile çarşaflı karısının komşularının burnuna halka takıp takamadığına bakmak gerek. Kılıçdaroğlu'nun burnundaki halkayı bir kenara koyup.

Mustafa Koç'un “aman ne büyük bir modern Türk büyüğü” olduğu konusunda isteyen istediği hayali görsün. Tofaş'ın, Yapı Kredi'nin, TÜPRAŞ'ın, Koç'un TÜPRAŞ'ı alabilsin diye Özilhan'a sattığı Migros'un işçileri gerçektir.

Sokak gerçekse, işte bu gerçeğin içindedir.

Bu gerçeği siyasetin dışına düşürmek, tekilleştirip, atomize etmek, sokağa da sınıf mücadelesine de ihanettir.