Nâzım'la aynı safta olmak

Dün gece Ses Tiyatrosu'nda Okuma Tiyatrosu'nu izledik.

2002 yılında AKM'de birkaç yüz kişilik bir salonda ilki yapılmıştı. Nâzım Hikmet'in 100. doğum yılında. Okuma Tiyatrosu, gerçekten özgün, önemli bir etkinlik. Şair Nâzım'ın, dünyanın birkaç çok büyük şairinden birisi olduğunu söylediğimizde yalan makinelerinin gıkının çıkmayacağı bu şairin, oyun yazarlığını hatırlatan bir anma.

Onbeşincisini yaptık bu anmanın. Zamana dayanmanın, zamana kafa tutmanın, girdiği yolda yıllara kafa tutmanın önemini bir kez daha anladım.

Bunu sermayenin gücüyle yapanlar var şüphesiz. Ülkemizde bilmemkaçonyılını deviren “geleneksel yıllık” şeyler var.

Devrimciler yaptığında iş biraz değişiyor. Cumhuriyetle yaşıt sermaye gruplarının ard arda kaç yıllık istikrarla yaptıkları işler başka, Nâzım'ın asırlık doğum yıldönümünde başlayan geleneği 15 yıl sürdürmek başka... Sermayenin yıllık planlarına sırtını vermek başka, Türkiye'nin Komünist Parti'siyle omuz omuza vermek başka.

Okuma Tiyatrosu'nda geçtiğimiz yıllarda şiirlerden derlenen teatral kurgular da izledik, yazarı Nâzım olan oyunlar da.

Bu yıl Tuncer Necmioğlu'nun Memleketimden İnsan Manzaraları adını verdiği şairin aynı adlı destanından esinlenen, yer yer ondan şiirler aktaran metni sahnelendi.

Necmioğlu, Nâzım'ı “uyarlama” hakkını kendinde görmüş, belli ki sahneleyen sanatçı yoldaşlar, dostlar da Necmioğlu'nun metnine aynı rahatlıkla dokunmuşlar.

Dünyada bir örneği daha olduğunu sanmıyorum. Bir şairin ya da yazarın yazdıklarından bir tiyatro oyunu çıkarmak mümkün. Ama 2006 yılında sonsuzluğa uğurladığımız Necmioğlu, bazı şiirlerini doğrudan alıp kullandığı Nâzım'a uzun pasajlar ekleme hakkını kendinde görebilmiş.

İzleyiciler ise “Manzaralar”dan aşina oldukları kimi cümlelerin serpiştirildiği bambaşka bir metni başta yadırgasalar da kısa sürede benimsiyorlar.

Kendi adıma Necmioğlu'nun yaptığı denemeye saygı duyuyorum. “Geleneksel” Okuma Tiyatrosu performanslarından birinin Necmioğlu'nun metnine ayrılmış olmasını da yerinde buldum.

Şunun altını çizmek isterim: Ancak bir komünist sanatçının eseri bu kadar rahat “uyarlanabilir”, mülkiyet kaygısı, telif kaygısı, hatta fazlasıyla haklı sayılabilecek bir bireysel yaratı sınırlaması delinerek bu şekilde yeniden üretilebilir. Necmioğlu'nun uyarlama ya da hatta esinlenmesindeki kimi ögeler eleştirilebilir. Ama bunu yapmaya cesaret edebilmesi bile “eser sahibinin” komünist olması ile ilgilidir.

Türkiye Komünist Partisi, “Nâzım'ın şiirlerinin mülkiyetinin bir bankanın elinde olması utanç verici ve kabul edilemez” dediğinde, telif hakkından, sanatçının emeği ve eseri üzerindeki mülkiyet hakkından (!) dem vuranlar o yıllarda utanmadı belki ama gerçek değişmedi. (*)

Asıl meseleye geleyim, Nâzım'la aynı safta olma meselesine...

Önce şu: Okuma Tiyatrosu başlamadan önce salona sorulan “peki sizce neden Nâzım Hikmet Olunmalı” sorusuna ilk cevabı salondaki konuklarımızdan Tarık Günersel verdi.

“Günersel'in cevabını hiç uygun görmedim” demeyeceğim. Verdiği cevap yanlışlarla doluydu.

Günersel, Nâzım'ın Stalin'i eleştirdiği için partisinden atıldığını, Sovyetler Birliği'nin de eleştirilebilir olduğunu söyleme cesaretini gösterdiğini söyleyiverdi. Salondan çok kibar ve gerçekten çok olgun bir yanıt aldıktan sonra fazla uzatmadan sözünü bitirdi.

2002 yılında şairin 100. doğum gününü kutladığımızda piyasaya sürülen safsataları nasıl savuşturduğumuzu hatırlıyorum.

Nâzım'ın Stalin ile ilgili “eleştirel” tek şiiri belki de onun en Stalinist (!) şiiridir.

Kuruluşunu Stalin'e borçlu sosyalist ülkenin büyük bir hayranı olan ve bunu her fırsatta ve pek çok şiirinde dile getiren şair, “taştandı, tunçtandı, alçıdandı” diye başlayan ve Stalin'in “çorbamızdaki bıyıklarından kurtulmanın” mutluluğunu anlatan şiirini “eşekçe” bir Stalinistlikle yazmıştır. Nâzım, ömrünün sonuna dek kutsal bir kazanım olarak görmekte ısrar ettiği bu sosyalist ülkenin komünist partisinin genel sekreteri çıkıp da Stalin'in aslında ne fena şeyler yaptığını anlattığında bunu bir emir, yeni bir dönemin kalk borusu olarak anlamış ve yazıvermişti. Eşekçe dediğime bakmayın, “Stalinist” terimi ile karikatürize edilen bir “sadakat” varsa o budur.

Bu konuda çok rahatım. Kimilerinin “salak” muamelesi gösterme ihtimalini bile dert etmiyorum.

Sovyet sosyalizminin  bir köylü çocuğundan (Kruşçev - Hruşov) devlet başkanı yaratabilmesi sosyalizmin mucizesidir. O köylü çocuğunun, bir köy eşeği kadar devrimci olamaması ise yine bizim trajedimiz...

Nâzım'ın yaptığına ise tek bir tanım getirebiliriz: Onun o çok övdüğümüz saflığı, çocukluğu.

En kötü halimiz böyle olsun!

Nâzım'ın Stalin hakkında yazdıklarından bir şeyler cımbızlayacaksak, ben “manzaralar”dan bir bölümü tercih ederim. Stalin'le temsil ettiklerini ayırmadan, onu anlatan satırların öncesinden alarak aktarayım:

          Moskova barikatlar yapıyor, tank çukurları kazıyordu.
          Ve Puşkin'i dökme tunç mantosunun omuzlarında kar
          ve ayakta, dalgın,
          belki de yeni bir “Evgeni Annegin” yazıyordu.
          Ve Kremlin'de çelik-adam
          ve Kremlin'de Bolşevik
          telaşa düşmeyen, şaşırmayan, tereddütsüz gözleri
          ve pos bıyıklarıyla örtülü
          yirminci yüzyılın en akıllı ağızlarından biri.
          Ve granit kabrinde Lenin.
          Ve karların üstünde muzaffer gülümseyişi onun.

Bu bir kutsama değil. Kişi kültü yaratma mı! Hadi ordan.

Bu içtenlikli, inançlı ve gerçek Stalin'i Nâzım'ın.

Bu bir.

Ve Nâzım'ın partisi...

Uzun uzadıya anlatılabilir. Yeterince yazıldı çizildi ve belki artık kabak tadı verdi.

Nâzım, partisini eleştirmedi. Nâzım partisine başka bir yön önerdi. Nâzım, “partisinin de yanlış yapabileceğini” gören, bir kenarda bunları söyleyen bir “sanatçı” değildi. Nâzım, partisinin sadık bir üyesiydi. Ağır aksak ilerleyen bir komünist partiye, kendi birikimi ve belki de toyluğu ölçüsünde yollar öneren bir militan. Elbette bunun mücadelesini yine o partinin içinde vererek...

“Partimden koparmağa yeltendiler beni sökmedi” diye haykıran bir şairin “partisinden ayrılma nedenlerini” anlatmak ağır bir mantık hatasıdır.

“Sevdalınız komünisttir” diyen şairi tanıyorsunuz. Bu şairin kendi kuşağındaki yüzlerce insanın bildiğini bellemiş birisi olduğunu da anlayın: Partisiz komünist olmaz!

Nâzım yaşarken bunu bellemiş ve belletmişti.

Şimdi ölümünden yıllar sonra hatırımızdan çıkmayan gerçek de budur: Nâzım'ı kartpostallarda yaşatan işportacılar bir yana dursun, Nâzım örgütüyle, örgütlü gücüyle yaşamaya devam ediyor.

Nâzım'ın okuduğum ilk şiiri Manzaralar'ın girişindeki Galip Usta'ydı. Yedi buçuk yaşındaydım. Bu şiir öyle bir yerleşti ki içime, yaşıtlarımın salya sümük okudukları Kemalettin Tuğcu'lara hiç ısınamadım. Galip Usta'nın gerçekliği ile bir kez çarpıldıktan sonra, “fakir çocukların acıklı hikayeleri”ni küçümsemeden edemedim.

Ne garip, yıllar sonra rast geldiğim (neden bu kadar gecikti bilmiyorum) bir şiiri ise pek sevilmiş bir Orhan Gencebay şarkısını diskalifiye ediyordu. Rembetiko'nun yurdunda Yunan Komünistlerinin de pek sevdiğini biliyorum. YKP Genel Sekreteri Kutsumpas geçtiğimiz aylarda meclisi inletti bu mısralarla.

Onunla bitireyim yazımı:

Bu dünya, bu korsan gemisi batacaktır,

taş çatlasa batacak.

Ve senin alnın gibi hür, ferah

ve ümitli bir alem kuracağız Pirayem.

(*) Şunu belirteyim, yine de bu durumda metnin Nâzım'a değil, Necmioğlu'na ait olduğunu vurgalamamız icap eder. Hatta belki “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlandırmasını mutlaka bir ekle, Nâzım'ın manzaralarından farklı bir metin olduğu vurgusuyla sunmak...

(**) Yarın Kadıköy Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde Asaf Güven Aksel yoldaşla birlikte Nâzım'la ilgili böylesi “alevli” konulara bolca girip çıkmayı planlıyoruz.