Herkesin terörü kendine

Bahçeli, Erdoğan ve manevi şahsiyetine dönük karşılaştığı en büyük saldırı belki de bir hafta boyunca bu iki isimle birlikte anılması olan “bizim Deniz...”

Yok yok, bir de ben bu hikayeye girecek değilim. Rıdvanı, Bahçelisi, Tayyipi, şeytan götürsün hepsini.

Ben şu “devlet düşmanı teröristler ve devletini, milletini seven vatan bekçileri” hikayesi üzerinde düşündüm geçen hafta. Yani konu edindiğim şeytan Rıdvan’ın açtığı tartışma değil.

Düzenin bekçisidir faşistler. Bekçisi ne; fedaisi…

Yerleşik düzen tehlikeye girdiğinde, iktidarın otoritesi sarsıldığında, yönetilenler yönetilmeye isyan edip, yönetenler yönetme işini ellerine yüzlerine bulaştırmaya başladığında…

Olağanüstü haller olur egemen sınıflara.

“Faşizm, devrimini yapamayan işçi sınıfına verilmiş cezadır.”

Öyledir, ve bir o kadar doğrusu, faşizm devrimci vaziyete sermayenin verdiği çok boyutlu bir yanıttır. Almanya örneğinde olduğu gibi, uluslararası politika boyutu kuvvetli, militarist özlü bir alternatif “güçlü iktidar” modeli de olabilir; Şili örneğinde olduğu gibi, devrimi savuştururken, baskılanan işçi sınıfının kanı kadar alın terini de daha daha daha fazla döken sermayenin önüne konulan bir merdiven de…

Faşist hareket dediğimizde ise, “faşizmin” öznesinden başka bir şeyi kastederiz. Bir dönem Türkiye solunun teorik problemlerine deva olmuş “sivil faşist” tanımlaması biraz bu boşluğa hitap etmişti.

Ve lakin, sonuç olarak, faşist devletin bekçisidir. Egemen sınıfın fedaisi. Türkiye’de bu durum iki kat daha keskindir, teorik bir tanım olmanın ötesinde faşistler için bir içsel gerçekliktir: Bu ülkede faşist, devletsiz olmaz. Devletinden ayrı düşünülmez.

Devlet dediğimiz ise elbette bu ülkede, sadece Türkiyeli burjuvaların “mütevelli heyeti” değildir. 1950’lerden itibaren Türk devleti, bir uluslararası yapının organik uzantısıdır. NATO’dan ayrılabilir bir Genelkurmay, NATO’nun özel savaş örgütlenmesinden ayrı düşünülebilir bir kontrgerilla yoktur.

En azından Sovyet sosyalizminin çözülüşüne kadar.

Kapitalist dünyanın güncel gerçeği olan neofaşist çıkışlardan belirgin şekilde farklı olarak Türkiye’de faşistler sadıktır, devlete! Devlet fikrine, güçlü otoriteye, baskıcı bir demir yumruk yönetimine olan ideolojik, kültürel yatkınlığın ötesinde, mevcut devlete, somut olarak herhangi bir anda devlet iktidarına bağlılık bütün genetik yapısına sinmiştir.

Bunun bir nedeni de faşist hareketin toplumsal tabanındaki sinmiş, korkak dokudur elbette. Devlet babanın korunaklı kanatlarını hissetmediğinde kilitlenir, adım atamaz.

Ancak toplumsal mücadelenin gerçekliği, her zaman bu mutlak tanıma olanak tanımayabilir.

Devletin kendisinin de çatırdadığı, daha önemlisi herhangi bir egemenlik düzeninin vazgeçilmez “kurallılık halinin” egemenlere yük haline geldiği dönemlerde, “devletin fedaileri” devlete de kurşun sıkabilir!

Üstelik bununla kalmaz, “oldu bir kere” diyerek geçiştirmek, üzerini örtmek yerine, bu fiilin üzerinde tepinebilir.

Cevat Yurdakul, 1979 yılında Adana’da öldürüldü. Adana Emniyet Müdürü’ydü. Ecevit’in kısa süreli, bir gözü aşağı bir gözü yukarı bakan Güneş Motel kabinesi döneminde atanmıştı. Adana’da MHP “terörü” hakimdi o atanmadan önce. Polisin göz yumması ya da desteği ile de değil, doğrudan katılımıyla. Yurdakul, faşist teröre ağır bir darbe indirdi. Yıllar sonra aynı soyadı taşıyan bir kişi MHP’den milletvekili adayı olduğunda, faşist hareketin “gazileri” pek hoşlanmamış, Devlet Bahçeli’nin “Adana’da ‘ülkü’cülere kan kusturan, işkence yapan, öldüren Polderli emniyet müdürünün yeğenini MHP Antalya adayı yaparak ihanet ettiğini” söylemişlerdi.

Yurdakul dönemine ait bilinen işkence dosyası yok. Yine bu dönemde polis kurşunu ile öldürülmüş MHP’li de yok. Belli ki “ülkü”cülerin canı tatlı, keyiflerine düşkünler, cinayet işleyemedikleri, kahve tarayıp, bina bombalamakta zorluk çektikleri bir dönemi yaşamış olmak onlara çok koymuş.

Yurdakul’un katillerinden birisi Abdurrahman Kıpçak’tı. Kıpçak 2006 yılında Vaniköy çetesi tarafından pusuya düşürülüp öldürüldüğünde “MHP Ana Davası sanıklarından” ve “Cevat Yurdakul’un katil zanlısı” olarak geçiyordu!

Cinayetten sonra sahte pasaportla yurtdışına çıkarılmış, 1989 yılında İstanbul’da sahte bir kimlik ve 47 kilo eroinle yakalandığında kendisine Yurdakul cinayeti ile ilgili tek bir soru sorulmamıştı. 47 kilo eroinle yakalanan Kıpçak “bir süre sonra serbest bırakıldı.”

2006 yılında Vaniköy çetesi ile “uyuşturucu parası” yüzünden bozuştukları için, yine içinde bol bol eski “ülkü”cü barındıran çetenin tetikçileri tarafından öldürüldü.

Abdurrahman Kıpçak için “ülkü”cü camiada yakılmış ağıtlar, ardından söylenen güzel sözler, cenazesine gönderilen çiçekler yok.

Suç ortağı Muhsin Kehya için aynı şeyi söyleyemeyeceğiz.

Kehya, 33 yıl hapis yattı. Rahşan affıyla değil AKP’nin “Üçüncü yargı paketi” ile çıktı. Nasıl yattığı hakkında bilgimiz yok. Cezaevinden kaçırılmamış olması neden kaynaklanıyor bilmiyoruz. “Bu nasıl soru” demeyin. “47 kilo eroinle yakalanan bir katil zanlısı, nasıl serbest kalıyor” sorusunu çok iyi bildiğiniz nedenlerle sormadık. Bu durumda diğer sorunun sorulması mantıklı. 33 yıl içinde hangi koşullarda hapislik etti, ara sıra çıkıp gezdi mi, bazı özel görevler verildi mi gibi sorulara “nerden çıkarıyorsunuz şimdi bunları” yanıtı verilemeyecektir.

Kehya, 10 Mart 2013 yılında 18 yaşında hapse girmiş, 52 yaşında çıkmış bir Türk erkeği olarak ilk iş dünya evine girdiğinde düğün salonundaki kocaman bir çelenk üzerinde bu harfler okunuyordu: DEVLET BAHÇELİ.

Düzene isyan eden, sermaye egemenliğine kafa tutan, gerici, sömürü destekçisi baskıya boyun eğmeyen devrimcileri “bunlar zorbalara, zenginlere karşı gelmektedir, yoksullara arka çıkmaktadır” diye karalayacak halleri yok. “Devlet düşmanıdırlar, kanun dışıdırlar. Oysa Türk’ün töresidir devlet. Bunlar Türk de değildir” diyecekler haliyle.

Terörist kelimesi, esasına inildiğinde korkutma ve şiddet yoluyla kendi doğrularını kabul ettirene deniliyor. 1789 Fransız Devrimi ile tarihin sözlüğüne girmiş olan devrimci terör, devrimin zor yoluyla boyun eğdirmesine işaret ediyor.

Günümüz dünyasında ve özellikle Türkiye’de ise “zorbalıkta devletle yarışan, devletin, kanunların ve uluslararası düzenin hakimiyetini dehşet ve şiddet yoluyla kemiren” korkutucu, silahlı güçlere işaret ediyor. Devrimci de olabiliyor, “fanatik islamcı” da. Terörist...

Devlet terörü kalıbı buradaki ayak oyununu tersine çeviriyor ama uzunca bir süredir “insan hakları” edebiyatı içinde bile fazla yer tutmuyor.

Bu parantezden kaldığımız yere dönersek, “terörist tanımlama işlerinin doğal otoritesi” olarak göründüğünden çok emin olan devletin Bahçelisi, bu varsayımsal otoritesini “devlet” ile bağlarından alıyor.

Alıyor almasına ama…

Bugün adı Adana’da bir bulvarda, bir sokakta ve bir parkta yaşatılan komiser Cevat Yurdakul’un katillerine çiçek değil çelenk atmaktan da imtina etmiyor.

Haydi biz komünistiz. Bozguncuyuz. Bizi öldürmeniz otoritenize zarar vermez.

Ama kurşun sıktığınız devletin Emniyet Müdürü…

Teröristlik yine sadece bize mi kalıyor.?

Öyle olsun.

Herkesin terörü kendine.

* Abdurrahman Kıpçak, ‘ülkü’cüler arasında “köylü” lakabıyla anılmaktaymış. Cenazesinde fotoğraf çekilmesine izin verilmemiş olduğunu not edelim. Herhalde (çekilseydi ya da çekildiyse) o fotoğraflar çok şey anlatır(dı).