Yerelleşerek küreselleşme

On yıla yakın bir süredir ülkenin yönetim yapısında temel dönüşümlerin tartışıldığı ve bu tartışmalarda yerinden yönetim, yerindenlik, özerklik, federasyon gibi kavramların çok sık kullanıldığı görülüyor. Hizmetin merkezden planlanması ve yönetilmesinin güçlükleri abartılarak, daha nitelikli hizmet üretilebilmesi, gelişkin bir demokrasi ve özgürlüklere kavuşulabilmesinin ön koşulu olarak yerelleşme dayatılıyor.

Gerçekten öyle mi? Ülke yerinden yönetilmediği için mi demokrasi ve özgürlükler bir türlü yerleşemiyor? Dil ve inanç özgürlüğünün sağlanması için yerel yönetimlerin güçlendirilmesi neden gerekiyor? Sağlık, eğitim, vb hizmetler, merkezden yönetildiği için mi doğru dürüst verilemiyor?
Yoksa işin özünde emperyalist odakların çıkarları mı var?

Bu sorulara doğru yanıtlar verilebilmesi için, yerelleşme ve yerelleşme sonucunu doğuran düzenlemelerin bütünlük içinde değerlendirilmesi gerekiyor. Çünkü kamu yönetiminde dönüşümün öngörüldüğü projeler, emperyalist odakların ofislerinde, TÜSİAD vb. sermaye örgütleriyle birlikte ve bir bütüncül bir yaklaşımla ele alınarak hazırlanıyor. Biz de değerlendirmelerimizde aynı yöntemi kullanmalıyız.

Uluslar arası sermayenin, demokrasi, özgürlükler, daha iyi hizmet gibi kavramlara yabancı olduğunu ve kapitalizmde bütün değerlerin para ile ölçüldüğünü biliyoruz. Bunları biliyorsak ve direnmek gibi bir niyetimiz de varsa eğer, emperyalizmin yalanlarını daha vurgulu biçimde geniş kitlelere anlatabilmeliyiz.

Yerinden yönetim, ne demokrasinin, ne özgürlüklerin ne de daha iyi hizmet verilebilmesinin ön koşuludur. Ama öylesine çekici ve süslü sözcüklerle anlatılıyor ki aldanmamak ve uyarı görevimizi yapabilmek için kamu yönetimine ilişkin kavramlara yabancı kalmamalıyız.

Yerelleşme/yerindenlik gibi kavramlardan söz edildiğinde, akıllara yalnızca federasyon, özerklik gibi yönetim biçimleri geliyor. Oysa temel hedef, kamunun karar alma ve yönetme yetkilerinin kısıtlanması ve ülkenin kendini koruma güç ve refleksinin zayıflatılmasıdır.

Merkezi yönetimin karar alma ve yönetme yetkileri, yalnızca özerklik vb yöntemlerle kısıtlanmamaktadır. Özelleştirmeler devletin işletmeci gibi davranması bölgesel yönetimlerin ve kalkınma ajanslarının kurulması da benzer sonuçları hedeflemektedir.

Kamunun, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda dönüştürülmesi amacıyla hazırlanan projeler, medya, TÜSİAD, TESEV, TEPAV gibi örgütlenmeler ya da akil adam statüsü verilen ve yandaş olarak adlandırdığımız akademisyenlerin katkılarıyla kamuoyunda içselleştirilmekte ve yaşama geçirilmesinin önündeki engeller temizlenmektedir. Bu süreçte Cemaat denilen olgunun payı da elbette dikkate alınmalıdır. Sözü edilen kuruluşlar ve daha niceleri ABD, Dünya Bankası, IMF ve AB fonlarından yararlandırılmakta, projelerin yaşama geçirilmesinin önündeki engellerin ortadan kaldırılması için, gerektiğinde “kamu reformu”, “sosyal risklerin azaltılması”, “özelleştirme Reformu” gibi adlarla verilen kredilerle desteklenmektedir.

Merkezi yönetimin yetkilerinin dağıtılarak güçsüzleştirilmesi yöntemlerine aşağıda kısaca değinmek istiyorum.

Özelleştirme, kamunun elindeki taşınmazların, fabrikaların ve imtiyazların sermayeye devredilmesidir. Özelleştirilen sektörlerdeki karar alma ve yönetme yetkileri piyasaya devredildiği için kamusal bir yetkiden söz edilebilme olanağı zaten bulunmamaktadır.

Özelleştirme esas olarak bitirilmiş ve süreç, Ülkenin bütün stratejik sektörlerinin uluslar arası sermayeye devredilmesiyle sonuçlanmıştır. Ancak, özelleştirilecek yeni kaynaklar arayışının sürdüğü görülmektedir.

Devletin işletmeci gibi davranması da özelleştirme benzeri bir sonuç doğurmuştur. Bu yöntemde kamunun elindeki varlıklar, özel girişime devredilmemektedir. Bununla birlikte, artık kamusal bir yetkiden değil piyasanın gereklerinden söz edilmesi gerektiği açıktır.

Devletin işletmeci gibi davranacağı ortamın oluşturulmasıyla, kamu hizmeti kavramının sonu getirilmiş, Devlet-vatandaşlık ilişkisi, Devlet-müşteri ilişkisine dönüşmüştür.

Bölge Kalkınma İdareleri, Kalkınma Ajansları, kent konseyleri, su birlikleri gibi birimler de benzer amaçlar için kurulmuşlardır. Bu birimlerde kamusal yetkiler, yönetişim devlet vatandaş işbirliği kamu-özel sektör-sivil toplum işbirliği gibi, çok da anlaşılır olmayan ama insanlara çekici sözcüklerle bezenerek, yerel egemenlik odaklarıyla paylaşılmakta, yap-işlet-devret vb yöntemlerle ülke kaynaklarının uluslar arası sermayenin yağmasına sunulmasının yolu daha da kolaylaştırılmaktadır.

Yerel yönetimlere güçlendirilmesi adı altında sürdürülen federasyon, bölgesel özerklik vb projelerinin de benzer sonuçlar doğurması kaçınılmazdır.

Emperyalizm, yerel egemenlik odakları ile ilişkinin daha kolay ve verimli olacağının bilincindedir.

Özellikle Avrupa’da yerel yönetimlerin güçlendirilmesi amacıyla, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı Avrupa Kentli Hakları Deklarasyonu Avrupa Kentsel Şartı gibi adlarla yayımlanmış çok sayıda anlaşma, bildirge bulunmaktadır. AB’ye katılabilme adına bu anlaşmalar imzalanmakta, bu metinler gerekçe gösterilerek yasal değişiklikler yapılmakta ve projeler yaşama geçirilmektedir.

Oluşan tepkileri azaltmak için, yerel yönetimleri güçlü olan gelişmiş ülkelerden örnekler verilmekte, gelişmişliklerini bu yapılarına borçlu olduklarına halk ikna edilmektedir. Ancak örnek verilen ülkelerin çoğunun geçtiğimiz yüzyıla değin sömürgelerinin olduğu, gelişmişliklerini yönetim biçimlerine değil, Dünyanın artı ürününe el koyabilme fırsatı yakalayabilmelerine borçlu oldukları gerçeği gizlenmektedir.

Yerelleştirme, AKP’nin en öncelikli hedefleri arasında yer almaktaydı. Bunu iktidarının ikinci yılında yayımladığı”Değişimin Yönetimi İçin Yönetimin Değişimi” adlı bir kitapta ortaya koymuştu.

2002 yılında alınan bir Bakanlar Kurulu Kararı ile de ülke 26 istatistik bölgesine ayrılmış, 2004 yılında ise “Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması adlı bir yasa çıkarılarak, merkezi yönetimin yetkileri dışişleri, maliye, çalışma ve savunma hizmetleriyle sınırlandırılmış, eğitim, sağlık, tarım, orman hizmetleri yerel yönetimlere devredilmişti. Daha açık deyişle bu yasa ile yerel yönetimler özerklik derecesinde güçlendirilmişti.

Cumhurbaşkanı Sezer bu Yasayı bir kez daha görüşülmek üzere TBMM’ye geri gönderdi. AKP hükümeti tekrar Meclise getirmedi ama 2004 yılında Belediyeler ve İl Özel İdareleri Yasalarını değiştirerek benzer düzenlemeleri bu yasalarla getirdi. Cumhurbaşkanının bu yasaları da geri göndermesi üzerine Mecliste kimi maddelerinde değişiklikler yapılarak yeniden kabul edildi. Cumhurbaşkanı bu kez Anayasa Mahkemesine başvurdu ve kimi maddeleri iptal edildi.

Yerelleştirme mücadelesi daha sonra da sürdü. Yasalarda yapılan değişikliklerle yerel yönetimlerin yetkileri giderek arttırıldı. Sözgelişi Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü kaldırıldı bütün araç gereç ve personeliyle birlikte İl Özel İdarelerine devredildi. Böylelikle yol, su, elektrik, kanalizasyon, toprak ve su kaynaklarını yönetme yetkisi yerel yönetimlere bırakıldı. AKP’nin 2011 yılında çıkardığı KHK’larda bölgeselliğin yeşereceği yasal ortamın hazırlanması ihmal edilmedi. Merkezi planlamadan neredeyse vazgeçildi ve bölgesel düzeyde planlamalar öne çıkarıldı. Ayrıca Çocuk Esirgeme Kurumu İl Özel İdarelerine devredildi.

Rejim değişikliği sürecinin hızlandırılarak bir an önce Anayasaya da işlenmek istendiği, bu dönüşümlerin CHP olmaksızın gerçekleştirilemeyeceği görüldüğü ve bunun için gerekli önlemlerin de alındığı anlaşılıyor. Şu günlerde Cemaat adı verilen oluşumun düzenlediği ve artık gelenekselleşmiş olan Abant toplantılarına bu yıl CHP nin de katılması sağlandı. Basına yansıyan haberlerden, bu toplantıda AKP’nin 10 yıllık rüyası olan “merkezden yönetim istisna, yerinden yönetim esastır” maddesinin kabul edildiğini öğreniyoruz.

Sıcak yaz günleri yine Anayasa değişiklik tartışmalarıyla geçecek gibi.

Kolay gelsin.