Ülke toprakları yeniden dağıtılıyor

AKP İktidarının, son yıllardaki kamulaştırma merakının giderek artması dikkati çekiyor. Öylesine ki kamulaştırmak için gereken yasal işlemlerin bitirilmesini beklemeye bile tahammülleri yok. Bakanlar Kurulu bir taşınmazın acele kamulaştırılmasına karar veriyor, sahibi adına bankaya bir miktar para yatırılıyor ve derhal o taşınmaza el konuluyor. İstim arkadan geliyor. “ el konulma” sözcüğü benim değil: 1983 yılında çıkarılan Kamulaştırma Yasasının 27. Maddesinde yazılı.

Sakın AKP İktidarının, ülke ve halkın çıkarlarına aykırı olduğunu görüp, özelleştirme ısrarından vazgeçtiği düşünülmesin bu kamulaştırmalar, özelleştirmek amacıyla yapılıyor. Ülke toprakları, sermayenin ve zenginlerin çıkarına olacak biçimde yeniden dağıtılıyor.

Bakanlar Kuruluna, 1983 yılında acele kamulaştırma kararı verme yetkisi tanındı. Bu yetki ilk kez 1986 yılında kullanıldı. Resmi Gazete'yi taradığınızda 1986 yılından 2012 yılının Mayıs ayına değin geçen 26 yıl süresince 136 acele kamulaştırma kararı alındığını görüyorsunuz. 78’i, yani yarısından çoğu 2010-2012/Mayıs aralığındaki yaklaşık 2,5 yıl içinde kullanılmış. Üstelik sayının hızla artacağı da anlaşılıyor. 2010 yılında 18 olan karar sayısı, 2011 yılında 30’a yükselmiş, 2012 yılının ilk 5 ayında ise 31 karar alınmış.

Acele kamulaştırma kararları, kentsel dönüşüm, HES, baraj, kara ve tren yolu yapılması gibi gerekçelere dayandırılıyor. Biliyorsunuz bunların hepsi özelleştirme kapsamında. Birçoğu ise zaten özelleştirilmiş durumda.

Kentin değer kazanmış bölümlerinde yaşayan insanlar, kentsel dönüşüm adı altında evlerinden kovuluyor ve bu alanlar zenginlere pazarlanıyor. Enerji sorununu gidermek gerekçesi öne sürülerek çok sayıda baraj ve binlerce HES planlanıyor, doğa katlediliyor, köylünün yaşam alanı yok ediliyor. Doğa, çevre, kent ve ormanların korunması, şirketlerin kar elde etmek güdülerine bırakıldı. Biliyorsunuz Orman Genel Müdürlüğü, ormanların korunmasıyla görevli bir kamu kurumuydu. 645 sayılı KHK ile bu kural, orman kaynaklarının korunması olarak değiştirildi. Yani bundan böyle ormanlar değil, sermayeye gelir getiren kaynaklar korunacak. Karayollarında özelleştirme ise artık kentlerin içine değin sokuldu. 14 Mayıs günü Resmi Gazetede yayımlanan karayolları yönetmeliğine göre kent içindeki yolların parayla kullandırılmasının yolu açıldı. Demiryolları ise özelleştirilecek kurumlar listesinde yer alıyor.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, ülkenin sahibi duruma getirildi. TOKİ Genel Müdürü de bakanı yapıldı. Kentler, kırsal alanlar TOKİ’nin yatırımlarına açılıyor. Yalnızca TOKİ’nin de değil. Sanayici sıfatıyla yatırım projesi götürenlere de toprak verilecek. Belediyeler imar planlarını iki ay içinde projenin gerektirdiği biçime dönüştürmezlerse değişiklik, doğrudan yürürlüğe girecek.

Bu sözler Eğitim ve Sağlık için de geçerli. Ülkenin toprak yönetim rejimi değiştirildi. KHK’lar öncesinde kamu toprakları Milli Emlak Genel Müdürlüğü’nün mülkiyetinde sayılır ve kamu kurumlarına tahsis edilirken, bu ilke Milli Eğitim Bakanlığı için değiştirildi. Bundan böyle Bakanlık, okulların ve arsalarının mülkiyetine sahip olabilecek ve yap-işlet yöntemiyle sermayeye devredebilecek. Hastaneler ise zaten artık kamusal hizmet görmüyorlar. Devlet, sağlık sektöründe yalnızca bir işletmeci olarak yer alıyor. Sağlığın bütünüyle özelleştirilmesine de az kaldı. Devlet, büyük yatırımcılara hastane kompleksleri yapmaları için toprak verecek, verilen toprağı yeterli görmezlerse kamulaştırmalar yapılarak istedikleri büyüklüğe ulaştırılacak ve yapılan sağlık yapılarını Devlet kira ödeyerek kullanacak. Kirası da hastalardan alınan ücretlerden karşılanacak.

Deprem, kapitalizme önemli fırsatlar sunuyor. Bu fırsattan olabildiğince yararlanabilmek amacıyla “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi” adı verilen bir yasa çıkarılıyor. Bakanlar Kurulunun afet riski altında olduğuna karar verdiği bütün alanlar TOKİ’nin iştahına sunulacak. Bu yasanın uygulanmasının önündeki her türlü engel ortadan kaldırılıyor. Kültür ve tabiat varlıklarının, mer’aların ve kıyıların korunmasını öngören yasalar uygulanmayacak. Evlerinden çıkmamakta direnenler cezalandırılacak ve evlerini devlet yıkıp parasını evlerin sahiplerinden alacak. Yargının yürütmeyi durdurma yetkisinin kaldırıldığını da burada vurgulamak gerekiyor.

Kültür ve Tabiat Varlıklarının korunması yetki ve görevi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının kurulmasına ilişkin KHK ile hükümetin emrindeki bir genel müdürlüğe bırakılmıştı. Basına yansımıyor ama genel müdürlüğün yoğun bir gündemi olmalı. Çünkü yukarıda sözünü ettiğim KHK bu genel müdürlüğe 6 ay içinde bütün SİT alanlarını gözden geçirmek ve yeniden değerlendirmek görevi vermişti. Verilen süre aslında bitti. Önümüzdeki günlerde birçok bölgenin SİT olmaktan çıkarıldığını ya da derecesinin düşürüldüğünü göreceğiz. Doğa ve Kültür Parklarında, SİT alanlarında gökdelenlerin yükseleceği günler yakın. Atatürk Orman Çiftliğine Başbakanlık sarayı yapılma hazırlıkları başladı bile.

Orman niteliği kalmayan bölgelerdeki yapıların işgalcilerine verilmesi amacıyla kamuoyunda 2 B Yasası olarak adlandırılan bir yasa çıkarıldı. Yararlanabilmek için başvurulması gereken süre neredeyse bitmek üzere ama henüz rayiç bedeller bile belirlenmedi. Bu belirsizlik, bir gecekondu yaparak sığınmış ve onlarca yıldır bu koşullarda yaşayan yoksulları, nasıl olsa bedelini ödeyemeyiz çaresizliğine itiyor. Yoksulların yaşadıkları gecekondulara el koymak için bu alanlara emlak büroları kuruldu. Ucuz fiyatlarla arsa topluyorlar. Villası olanlar için sorun yok elbette.

Doğayı, çevreyi, kültürel ve tarihsel değerleri korumak için mücadele verenlerin başvurabilecekleri tek meşru yol olan yargı da artık İktidarın emrinde. Yalnızca yasal çerçeveden söz ettiğim sanılmasın. Böyle bir olanak artık fiilen de yok. Anımsayacaksınız, Danıştay Başkanı daha seçildiği gün hükümeti üzmeyeceklerini söylemişti, birkaç gün önce de vurguyu artırdı ve “iptal ettik de ne oldu, bundan böyle hükümetin kararlarını destekleyeceğiz” dedi.

İnsanın aklına ister istemez Nâzım’ın dizeleri geliyor: “Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim/ Akarsuyun / Meyve çağında ağacın / Serpilen gelişen hayatın düşmanı...” Kapitalizmin, doğa ve insan adına ne varsa bütün değerlerin düşmanı olduğu çok açık.

Bir gram altın ya da dünyanın 3/4’ü açken “yeni teknoloji ürünü mallar” üretmek için insanı zehirleyen, sularını içilmez, havasını solunmaz yapan bir sistemin tarihsel ve kültürel değerleri koruma gibi bir kaygısı da olamaz.

Turgut Özal’ı nasıl aramazsınız? Hiç olmazsa açık sözlüydü. Zenginleri sevdiğini gizlemiyordu. Ülkeyi 10 yılı aşkın süredir yöneten Tayyip Erdoğan, fakirleri sevdiğini söylüyor ama sevgisi hiç belli olmuyor. İktidarın demokrasi sevgisi de böyle değil mi?

AKP iktidarının özgürlük kavramı da bir garip: Tanıtım Ajansı adlı bir kamu kuruluşu, uluslararası sermayenin ülkede yatırım yapması için yurt dışında reklamlar veriyor. Bu reklamlara baktığınızda, yabancı yatırımcılara tanınan ülkede toprak edinebilmeleri olanağının “özgürlük” olarak adlandırıldığını görüyorsunuz.

Bu özgürlük 3 Mayıs günü TBMM’nde değiştirilen Tapu Yasasıyla daha da artırıldı. Özellikle sun’i Müslüman olan ve petrol zengini ülke vatandaşları bundan böyle kolaylıkla diledikleri yerden taşınmaz alabilecekler. Paraları bol nasıl olsa. İstedikleri yere saraylar yaparlar.

Yukarıdaki sözcükleri umutsuzluk aşılamak için yazmadım. Durumun ne denli vahim olduğuna dikkat çekmeyi amaçlıyorum. Başarının ön koşulu güçlükleri bilmekten geçer. Boyun eğmeyeceğiz.