Tarih tekerrür ediyor

Olaylar karşısında hep aynı tepkileri veriyor, eski zamanları yeniden yaşıyoruz.

Sınıf gözlüğümüz yok, emek ve sermaye politikaları arasındaki ayrımı seçemiyoruz. Her demokrasi, özgürlük getireceğim diyenin peşine takılıp gidiyoruz. Verilen sözlerin ne anlam taşıdığını ve ne tür bir siyasal iklimde yaşam bulabileceğini düşünmüyoruz. Bugüne değin, siyasal mücadele adına oyları bölmemekten başka bir yöntem geliştiremedik.

Geçmişte yaşadıklarımızdan ibret almadığımız için tarih hep tekerrür ediyor.

Daha 35 yıl önce 12 Eylül karanlığı yaşadık; 24 Ocak kararlarını, daha açık deyişiyle emperyalizme pazar açma politikalarını rahatça uygulayabilsinler diye üzerimize çullandırılan cuntacıları düşman belledik. Hak ettiler elbette ama çullandıranları göremedik.

Cuntacılardan kurtulabilmek adına Anayasalarına evet oyu verdik. Reddedilirse bunlar başımızdan gitmez denilmişti. O günlerde üç kişi bir araya geldiğinde; “Aslında bu Anayasayı benimsemiyoruz ama” diye konuşmaya başlanıyor, bir dizi kuramsal gerekçe sıralandıktan sonra evet demek zorundayız vurgusuyla bitiriliyordu. Karadeniz’de bir balıkçı meyhanesinin garsonundan işittiğim şu sözleri hiç unutmadım: “beyler sizler gibi okumuş biri değilim, ilkokulu zor bitirdim, ama ben bir şeye hayır diyeceksem hayır derim, siz evet diyeceğinizi söylüyorsunuz, bu nasıl iştir?”

Anayasanın kabul edilmesiyle Demokrasinin yolu açılmıştı ve sıra seçimlere gelmişti. Cuntacıların önerdiği partiye oyumuzu vermeyip bir güzel öcümüzü aldık. Bu arada dört eğilimi birleştirme söylemiyle ortaya çıkan ANAP parsayı topladı.

Yıllarca sandıkta Özal’ın ANAP’ını geriletmeye çalıştık. Başardığımızda 24 Ocak kararlarının mimarı Demirel direksiyona geçmişti. Olsun, ANAP’tan kurtulmuştuk ve üstelik koalisyonlarda “aslan sosyal demokratlara” da yer açılmıştı.

Ülke demokrasi yolunda ilerliyordu ama derinden derine Dünya Bankası ve IMF’nin yapısal uyum ve proje kredileriyle devlet biçimlendiriliyor; özelleştirmelerin altyapısı hazırlanıyor; iş ve sendika yasalarıyla tekellerin önündeki engeller temizleniyor; olası direnç odakları etkisizleştiriliyordu. 20 yılımız böyle geçti.

Neoliberal dönüşümler için altyapının hazırlandığı bu dönemde koalisyonlar, toplumsal uzlaşma algısı uyandırdığı için işe yarıyordu.

Sıranın uygulamaya gelmesiyle koalisyonlardan kurtulmak gerekliliği ortaya çıktı. Her partinin yandaş iş adamı, güvendiği bürokratı vardı. Daha da önemlisi seçmenlerinin beklentilerinin uzlaştırılmasında sorunlar yaşanıyordu. Bütün bunlar işleri zora sokuyordu.

AKP, sermayenin tek parti gereksinmesini karşılamak üzere ve neredeyse Parlamentonun kendine karşı yaptığı darbe sonucunda iktidar oldu. Kimsenin ne olduğunu anlayamadığı bir kargaşa içinde birdenbire seçim ortamına girildi ve demokrasi, hesap verilebilirlik, şeffaflık, AB’ne uyum gibi cazibeli söylemleriyle dikkati çeken ve henüz 6 ay önce kurulmuş AKP adlı bir parti iktidara taşındı.

Bu parti 13 yıldır Ülkeyi yönetiyor. Bizlerse sandıkta geriletmek için 13 yıldır, eskiden yaptığımız gibi gerçekçi olup oylarımızı bölmüyor, özgürlükçü, demokrat ya da sol olduğunu söyleyen bir partide birleştirip beklemeye geçiyoruz.

Sürüden ayrılmamakta direniyor, boyun eğme diyenlere kulaklarımızı tıkıyoruz.

AKP, toplumdaki güvenini, daha açık deyişle emperyalizme elverişli olma özelliğini yitirmeye başladı. Tarihin çöplüğüne atılmamak için direniyor ve giderek saldırganlaşıyor. Bu nedenle de neo liberal politikaları zahmetsizce yürütebilecek yeni iktidarlara olan gereksinme artıyor.

Sermaye sınıfının gözünde AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın, marka olmanın ötesinde hiçbir anlamı yok. Ticari değerini yitirdiğinde yeni markalar pazarlamak onlar için hiç zor değil. Kapılır gidersek sermayenin bir başka projesiyle AKP’den kurtulmuş sayarız kendimizi. Şimdilerde tam da bu yapılmaya çalışılıyor.

Sanki o günleri biz yaşamadık.

Seçim nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın 8 Haziran’da yeni bir Ülkeye uyanmayacağız. Salt Meclis aritmetiğine kilitlenir, hedefimizi AKP’den kurtulmakla sınırlandırırsak filmi başa sarmış oluruz o kadar.