Siyasi sorumlu aranıyor

Dünya kamuoyu, üç aya yakın bir süredir, yeni tip koronavirüs (Covid-19) adı verilen bir bela ile uğraşıyor. Dünya Sağlık Örgütü 30 Ocak’ta “uluslararası kamu sağlığı acil durumu” ilan edildiğini duyurmuştu. Geçtiğimiz hafta pandemi (salgın) olarak nitelendirdi.

Demokrasilerin beşiği; özgür; uygar; gelişmiş, gibi unvanlar taşıyan koca koca ülkelerin başkanları, başbakanları, nüfuslarının büyük bir bölümünün koronavirüse yakalanacağını düşünüyor. Gerçekten de büyük oranlar telaffuz ediyorlar; kimi %60, kimi %85 diyor. Ama kâr etmek üzerine kurulu sağlık donanımlarıyla bu sorunun üstesinden gelmelerine olanak yok.

Kapitalist dünya, canlı olup olmadığı bile tartışılan bir virüs karşısında aciz. Öylesine ki İngiltere Başbakanı Boris Johnson, hiç çekinmeden, doğal ayıklanma bile önerdi; “…kalan sağlar bizimdir…”

Virüsün 60-65 yaşından öncekilerde öldürücülüğü fazla değil: Gençler sağ kalacak.

On yıllardır Avrupa nüfusunun yaşlanması önemli bir sorun olarak dile getiriliyor. Sermaye sınıfı için sosyal güvenlik sistemine para harcanması ölü yatırım. Kâr getirmeyen harcamalardan hoşlanmıyorlar. İşte fırsat…

Kapitalizmin fıtratı böyle.

Koronavirüs sayesinde kapitalizmin gerçek yüzünü bir kez daha gördük. Paralarını, borsalarını kurtarabilme derdine düştüler. Kendilerine para kazandırmayan uğraşılarla ilgilenmiyorlar.

Kapitalist Dünya, bu krizi yönet(e)medi. Türkiye kapitalist dünyanın bir parçası. Ayrı tutmamız için bir neden yok. Ancak şöyle bir fark var: özellikle Batı ülkelerindeki yöneticiler halklarına iyi kötü hesap vermek zorundalar, Türkiye’yi yönetenlerin, bu tür sorunları yok. Yeni kurulan düzende, siyasetin aktörlerini göremiyorsunuz. Karşımıza Başkanın, başkan yardımcısı, bakan gibi unvanlar verdiği bürokratları çıkıyor. Atıp tutuyorlar, emirler veriyorlar, milletvekillerine bile hakarete varan sözler ediyorlar.

Bütün bunlara karşın, alışmışlıktan olsa gerek, her olayda gözümüzü konuyla ilgili bakana dikip ne yapmayı düşündüklerini ve bizden ne istediklerini öğrenmeye çalışıyoruz.

Oysa bürokrat siyasi sorumluluk taşımaz, siyasi nitelikte kararlar alamaz, uygulayamaz. Milletvekillerinin ve meclisin muhatabı da değildir. O yalnızca bağlı olduğu siyasi iradenin (Cumhurbaşkanının) bir memuru olarak görev yapar; onun emirlerini yerine getirir. Siyasi sorumluluğu olmadığı için ne halka ne de Meclise hesap verir.

Bürokratı sorgulamak/yargılamak siyasetin değil Ceza hukukunun görev alanındadır. İşini yaparken, görevini kötüye kullanıp kullanmadığı; ihmal edip etmediği; zimmet, ihtilas, rüşvet almak gibi vb. suçlar işleyip işlemediğinin hesabını, yargı yerlerinde verir.

Bir ülkenin adında “cumhuriyet” yazıyorsa eğer; siyasi karar alma yetki ve gücünü kullananlar, Mecliste ve toplum önünde, eylemlerinin hesabını vermek zorundadır. Yeni düzende Cumhurbaşkanına böylesi yükümlülükler verilmedi. Bütçesinin ve yaptığı harcamaların bile hesabını vermesi gerekmiyor.

Böyle olunca da istemesek de gözümüzü bürokratlara dikiyor ve yaptıklarını değerlendirmeye çalışıyoruz.

Sağlık Bakanının süreci iyi yönettiğini söyleyenler çıkıyor; Diyanet İşleri Başkanının camilerde namaz kılınmasını yasaklamadığı ya da geç kaldığı gibi konuları dert ediyoruz.

Bu işlerin hepsi bürokratların değil siyasi iradenin yetki ve görev alanına giriyor. Ama biz siyasi iradeyi ancak bugün görebileceğiz. Bakalım ne diyecek?

Sağlık Bakanı’nın süreci iyi yönettiğine nasıl karar verildiği de belirsiz. Dünya Sağlık Örgütünün uyarısından bu yana üç ay geçti bir kriz senaryosu bile hazırlamamışlar. Umreden onbinlerce kişinin geleceği gün, saatine kadar biliniyordu ama karantinaya alacakları yeri unutmuşlar. Umrecilere yer açmak için öğrenci yurtlarını bir gece yarısı basıp öğrencileri sokaklara döktüler ve ülkenin dört bir yanına sürdüler. İçlerinde beş parasız olanlar vardı. Eşyalarını bile alamadılar. Dahası, belki de içlerinde karantinaya alınması gerekenler vardı. İyi yönetmek bu mu?

Bir araştırma şirketinin anket sonucu dün yayımlandı: Ülkenin yarısı söylenenlere inanmıyor ve yapılanları eksik ya da yanlış buluyor. Ayrıca bir şeylerin gizlendiği konusunda ciddi kuşkular da var.

Diyanet İşleri Başkanı’na gelelim: Cuma ve cemaatle namaz kılınması konusundaki fetvasının değil, bu krizde hangi yetkisine dayanarak rol üstlendiğinin sorgulanması gerekir.

Yönetenlerin becerisi bu kadar deyip geçelim. Peki muhalefete ne demeli?