Saray sevdası

Ak Sarayın 70 dönümü AOÇ toprakları üzerine yapıldı. Oysa orası özel mülk. Üstelik kişilerin mülkiyetine göre daha çok koruma altında. Bakanlar Kurulu kararlarıyla kamulaştırılamıyor. Atatürk Orman Çiftliği Yasasına göre satılması ve kamulaştırılması için özel bir yasa çıkarılması gerekiyor.

AKP için bir günlük iş ama özel bir yasa çıkarmadılar. Milletvekilleriyle kim uğraşacak diye düşünmüş olmalılar. Haklılar: “Atatürk’ün mirası” gibi can sıkıcı bir sürü söz ederler.

Ama İmar Yasasına göre ruhsat verilebilmesi için mülkiyetin belgelenmesi gerekiyor. Bu sorunu şöyle çözdüler: AOÇ toprakları yasa çıkarılmadan kamulaştırılamıyor ama kiralanabiliyor. Kendi atadıkları AOÇ yönetimiyle imzalanacak bir sözleşme yetiyor. Onlar da bu yolu seçti. Böyle bir şey kiralama kavramına uyar mı diye sormayın, yaptılar oldu!

Hiç olmazsa ne kadar oturmayı düşündüklerini söyleselerdi “milli irade” öğrenmiş olurdu.

Bugüne değin Dünyada kiralık topraklar üzerine saray yapmayı akıl eden kimse çıkmamıştı. Bu konuda da ilk olmayı başardılar.

Aslında şu “saray” sözcüğü hiç hoş değil. ABD’den öykündükleri anlaşılıyor ama onlar “White House” diye adlandırıyorlar; saray diyen bizleriz.

Osmanlıyı da saray sevdası bitirmişti. Ülkenin savaşlar, mali krizlerle boğuştuğu en kötü yıllarda 1843 - 1856 arasında yapılan Dolmabahçe sarayı 2 milyon 800 bin liraya mal olmuştu. Karşılaştırma yapabilmek için söyleyim: Osmanlı, ilk dış borcunu 1854 yılında Kırım savaşının maliyetini karşılamak amacıyla İngilizlerden almıştı. Üç milyon sterlin borçlanılmış ama karşılığında 2 milyon 286 bin lira nakit verilmişti. Kısa sürede dış borçlar çığ gibi büyümüş ve Osmanlı, 1881 yılında Düyun-u Umumiye İdaresine teslim edilmişti. Sonrasını hepimiz biliyoruz.

Hiç kimse o yıllardan daha iyi durumda olduğumuzu düşünmesin.

AKP çıkmaz içinde. Meşruiyetini haklılık ve adalet değil korku ve yalanlar üzerinden sürdürmeye çalışıyor. Bu sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Yüz milyonlarca liraya alınan TOMA ve biber gazlarıyla nereye kadar gidilebilir. Dünyada, halkın düşmanca yöntemlerle uzun sürelerle sindirilemeyeceğini, teslim alınamayacağını gösteren çok sayıda örnek var.

Bunun için inanç siyasetine daha çok sarıldılar.

Bunun için giderek artan ölçüde görkeme gereksinme duyuyorlar. Büyük, daha büyük, en büyük yapılarla insanlar üzerinde erişilmezlik/yenilmezlik algısı oluşturmaya çalışıyorlar.

Marmaray, en büyük havalimanı, üçüncü köprü, en büyük saray, emperyalizmin Pazar arayışlarına yanıt olduğu kadar ülke halkına meydan okuma anlamı da taşıyor. Kamu yararına aykırılık, doğa katliamı, tarihsel dokuyu bozma gibi gerekçelerle “projeleri” engellendiğinde çılgına dönüyorlar.

Ne yaparlarsa yapsınlar, inanç siyaseti; korku; görkemle yönetebilmenin sınırlarında dolaşıyorlar. Yönetebilme güçlerini giderek yitiriyorlar.

Dış politikada da duvara tosladılar, güvenilirliklerini yitirdiler.

Tayyip Erdoğan’ın; “Yıksınlar da görelim”, “bunlar vatan haini” gibi giderek artan dozdaki şiddet dolu sözleri güçlü olduğunu değil, gölgesinin büyüdüğünü gösteriyor.

 Belki de bunu gördüğü için dün KADEM toplantısında; “Ben hukuk arıyorum, hukuk… hakkımı arıyorum... Adalet yoksa gerçek çözümler üretilemez….” gibi sözlerle adalete sarıldı. Kim bilir.

Güneşleri batmak üzere.