Neyin yasaları?

Devletin yeniden biçimlendirildiği 2011 yılındaki 35 KHK’dan başlamak üzere, bugüne değin çıkarılan bütün yasalar ve OHAL KHK’ları, 1923’de kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne ait değil. Dahası, içlerinde Cumhuriyet kavramıyla bağdaşanı da yok. Bunlara yasa, KHK gibi hukuksal terimler de yakışmıyor. Talimatname, ferman gibi sözcüklerle anılması daha uygun.

Bunlarla Türkiye Cumhuriyeti’ni tükenişe götüren yolların taşları döşeniyor. Ve ne yazık ki izlemek dışında bir şey yapmıyoruz.

Kendimize bile yabancılaştık.

Aslında bizleri nelerin beklediğini seziyoruz da! Ama basiretimiz bağlanmış. Kurtarsın diye Godot’yu bekleyip duruyoruz. Daha önce görmediğimiz için de nasıl bir şey olduğunu bilemiyoruz; hep yanıldık. Kimilerimiz CHP’yi, kimilerimiz HDP’yi Godot sandı. Onlara umut bağladı. Şimdi bir başka seçenek daha sürdüler piyasaya. Belki de İyi Parti, ülkeyi kurtarmak için gönderilmiştir. Kim bilir?

Godot’nun kendimiz olduğunu bir anlayabilsek…

Yazılarımızda sık sık yasalardan, KHK’lardan söz edip, Anayasaya aykırılıklarından dem vuruyorsak, burjuvazinin mahalli lig takımları için yazdığı ikinci sınıf anayasayı ve ona uygun çıkarılan yasaları özlediğimizden değil; herkes durumun vahametinin ayırdına varsın ve ona göre davransın diye yapıyoruz.

Bir de tarihe not düşmek için.

AKP iktidarına karşı geleneksel, bildik yöntemlerle mücadelenin hiçbir etkisinin kalmadığını bilmeliyiz. Onların son kullanma tarihleri çoktan geçti. Zarar veriyor artık. Uyuşturuyor çünkü!

2011 yılından bugüne çok yol aldılar. Giderek hızlanıyorlar; hızlandıkça da pervasızlaşıyorlar. Ortalık yalanlarından geçilmiyor.

Kimi zaman, dünyanın en yüksek oranda kalkınan ve en demokratik ülkesi oluyoruz; kimi zaman, bütün ülkeler bizi kıskanıyor; Dünya lideri bir başkanımız olduğu için övünüyoruz; İslam alemiyle (ne demekse?) bir olup dünyaya kafa tutacağımız günlerin heyecanını duyuyoruz.

Oysa ülkede ne kalkınma ne üretim kaldı. Tarımda kendi kendine yeten bir ülke olmakla övünürdük, on yıllardır o da yok. Dışarıdan döviz geldikçe tüketiyoruz, tükettikçe de kalkınıyoruz. Dövizin ne karşılığında geldiğini herkes biliyor. Ancak kimse görmek istemiyor.

Ülkenin bütün zenginlikleri, Ülkemizi kalkındırsınlar diye dünya devi tekellere altın tepsilerde sunuluyor.

Yasalar, KHK’lar, kural koymak için değil, devleti kuralsızlaştırmak için çıkarılıyor artık. Hakkımızı alabilmek için, karşımızdaki devlet bile olsa, yasa zoruyla patronla ya da devletle pazarlığa oturtuluyoruz. Ne kurtarırsak kâr deyip sevinmekten başka çaremiz yok.

Her şey öylesine karıştı ki, kime Cumhurbaşkanı denir, neler yapar; parti liderliği ne demektir; yasaları kimler kabul eder; Mecliste neler yapılır; yürütme organı kimlerden oluşur; öyle bir organ var mıdır; kimler denetler, kimler yargılar; yargıçları kim seçer, ne iş yaparlar (…) bu soruları ve benzerlerini kimse yanıtlayamaz artık.

Bir zamanlar yalandan da olsa, laiklikten söz ederlerdi. Ondan da vazgeçtiler. Suudi Arabistan’la yarışır olduk.

Ülkeyi darbelerden koruyacağız diye silahlı, palalı milisler kurdular. Son çıkardıkları OHAL Kararnamesiyle, cinayetleri meşrulaştıracak bir madde bile koydular.

Özetleyelim: sesimiz çıkmasın diye elimizi kolumuzu bağladılar. Patronların ve dünya devlerinin kâr açlıklarını doyurmaya çalışıyorlar.

Biz uyanıncaya değin de bu işlerini sürdürecekler!