Kentsel dönüşüm

Google arama motoruna “Kentsel Dönüşüm” yazdığınızda yaklaşık 1 milyon 550 bin sonuç geliyor. Medya takip ajansı İnterpress’in 2.000 dolayında yerel, bölgesel, dergi ve gazeteyi kapsayan bir araştırmasında ise 2013 yılında 43.412 kentsel dönüşüm konulu haber yer aldığı belirtiliyor. Bunların çoğunun haberden çok reklam niteliğinde olduğunu söylemek belki de gereksiz. AKP herkesi, “Kentsel dönüşüm nedir? Ne değildir?” gibi konularda bilinçlendirebilmek için var gücüyle çalışıyor.

Kentsel dönüşüme gerek yok mu? Elbette var. Ama soruna, kentin tarihini, belleğini, dokusunu, “arsa” olarak gören bir anlayışla yaklaşılmaması koşuluyla. Ayrıca şu da unutulmamalı kentleri sermaye birikim sürecinin isterleri biçimlendiriyor ve kapitalizmle hesaplaşmayı odağına almayan mücadelenin başarı şansı çok değil. “Ama Batı ülkelerinde…” sözleriyle başlayan itirazlara karnımızın tok olduğu bilinmeli. Yerel seçimlerde verilen sözlere değil, adayların kapitalizm karşısında kendilerini nasıl konumlandırdıklarına bakılması bu nedenlerle önem taşıyor.

Bugün yaşadığımız sorunları bütüncül görebilmek için yakın geçmişe kısaca göz atalım:

1940-1950’li yıllarda kentlerin çeperlerinde gecekondu mahalleleri oluşmaya başlamış, ucuz işgücü barınakları işlevi gördüğü için altyapı ve ulaşım hizmetleri verilerek yapılaşma adeta teşvik edilmiştir. Kente göçen ilk kuşak, buralarda geldiği yerin alışkanlıklarını sürdürmüş, doğadan kopmamış, küçücük bahçelerine ağaçlar dikmiş, domates, biber yetiştirmiş, yaşadığı çevreyi yeşillendirmiştir. Yapı yoğunluğu düşük olduğu için bugün yaşanan çevresel sorunlarla pek karşılaşılmamıştır.

Bir dönemde kentlerdeki konut sorununun çözümüne yanıt verebilen gecekondulaşma, bu özelliğini sürdürememiştir. Kimi açıkgözler, kamu toprakları üzerine, kiraya vermek amacıyla gecekondular yapmışlar, böylelikle “gecekondu ağası” olarak adlandırılan bir kesim türemiştir. Ağalığın boyutları düşünülenin çok ötesindedir. İstanbul’da 1990’lı yıllarda yapılan bir araştırma, gecekondularda oturanların yarısından çoğunun kiracı olduğunu ortaya çıkarmıştır.

“Kentsel dönüşüm” denildiğinde akıllara her ne kadar 2012 yılı Mayıs ayında çıkarılan 6306 sayılı Afet Yasası geliyorsa da, 1966 tarihli Gecekondu Yasası, ilk düzenleme olma özelliği taşımaktadır. Bu Yasayla, yeni gecekondulara izin verilmemesi, var olanların da zaman içinde tasfiyesi öngörülmüştür. Henüz ucuz işgücüne gereksinme bitmediği için, erken doğan bu yasanın gerekleri pek umursanmamış, sorunun daha da boyutlanmasına yol açılmıştır.

1980’li yıllarda uygulamaya konulan neo-liberal politikalar ve değişen sermaye birikim modeli, kentlerin yapısında da etkisini göstermiştir. 1984 yılında çıkarılan 2981 sayılı Yasayla gecekondu sahiplerinin yüklenicilerle kat karşılığı anlaşmaları yolu açılmış, böylelikle dönüşümün apartmanlaşma olarak anlaşılması gerektiğine vurgu yapılmıştır.

Bütün bunlar sürerken, zenginler kendilerine yeni yaşam alanları açmaya başlamış, kentlerin eski gözde semtleri giderek varoşlaşmış ya da yıkıntıya dönüşmüştür.

Bu gelişmelerin kentsel dönüşümü dayattığına hiç kuşku yoktur. Sıra “kentler hangi ilkeler doğrultusunda biçimlendirilecek” sorusuna gelmiştir. Bu soruyu AKP, 2012 yılında çıkardığı 6306 sayılı Afet Yasası’yla yanıtlamıştır. Vahşi bir yasadır, saldırgandır. Kapitalizmin kutsal saydığı mülkiyet hakkını bile hiçe saymaktadır. Hiçbir bilimsel veriyle doğrulanmaksızın çıkarılan Bakanlar Kurulu kararlarıyla, “riskli alanda”, “ekonomik ömrünü doldurmuş” gibi gerekçelerle insanların evlerinden derhal sürülmesi öngörülmektedir. Bakanlar Kurulu kararına bile gerek olmayan süreçler de ihmal edilmemiştir. Apartmanda oturan bir kişinin başvurusu üzerine riskli yapı araştırması yapılmakta, üçte iki çoğunluğun onay vermesiyle yapı yıkılabilmektedir. Apartmanlarda oturanlar birbirlerine düşürülmüştür. Bu fırsatı çıkara dönüştürmek için oturanların ikna edilmesi, bürokratik işlemlerin yürütülmesi ve yüklenici bulunması için çok sayıda firma kurulduğu görülmektedir.

“Riskli” denilen bölgelerde bir-iki katlı yapılar yıkılarak yerlerine gökdelenler dikilmekte, altyapı, ulaşım sorunları dikkate alınmaksızın kent merkezlerinde yapı yoğunluğu olabildiğince artırılmaktadır. Çıkan sorunlar ise, kentleri otoyollarla donatmak gibi, yeni sorunlara yol açacak, sözde çözümlerle ötelenmeye çalışılmaktadır. Ve kapitalizm bunu yaşamın her alanında yapmaktadır.