Güvencesiz çalışma

Son günlerde ana akım medyada “taşeron işçilerine müjde” başlıklı haberlerin sıkça yayımlandığını görüyoruz.

Oysa AKP İktidarı taşeron işçilerine müjde vermeye değil, çalışma yaşamının bütünüyle güvencesizlik üzerine kurulacağı bir ortamın hukuksal altyapısını oluşturmaya hazırlanıyor.

Özellikle çok sayıda işçinin çalıştırıldığı fabrika ve benzeri işyerlerinde yoğun biçimde uygulanan taşeron aracılığıyla işçi çalıştırılması modeli, işçinin tek bir işyerinde asla kıdemli olamayacağı bir temel üzerine oturuyor. Bu modelde işçinin iş güvencesi yok. Çalışma yaşamı boyunca asgari ücretle çalıştırılıyor. Fazla çalışma, yıllık ücretli izin, kıdem tazminatı gibi İş Yasasının tanıdığı hakları kullanamadıkları gibi sendikalaşmalarına da izin verilmiyor.

Oysa İş Yasası, asıl faaliyet konusu işte taşeron çalıştırılmasını yasaklıyor. Üstelik bu yasağı AKP İktidarı getirdi. Ama özel sektörün uyup uymadığını denetlemek bir yana, kölelik düzenini, kamu kurumlarında asıl istihdam biçimi olarak yerleştirmeye çalışıyor.

Bugün, kamuoyunda yalnızca temizlik ve güvenlik gibi hizmetlerin taşeron eliyle gördürüldüğü algısı oluşturulmuşsa da taşeronun sağladığı işçiler, üst düzey görevler dışında devletin her kademesinde memurlar ve kadrolu işçilerle birlikte yan yana çalışıyor, aynı hizmeti görüyorlar. Daha açık söyleyişle asıl iş, İş Yasasına aykırı olarak taşeronlar aracılığıyla sağlanan işçilere gördürülüyor.

Devletin taşeron çalıştırması bir başka nedenle de yasaya aykırı. Taşeronlar gerçekte işçi simsarlığı yapıyorlar. Devlet, işçisini genel kurallara göre göreve alıp çalıştırmak yerine, hizmetleri işçi simsarları aracılığıyla sağladığı işçilere yaptırıyor. Oysa İhale Yasasında işçi sağlanmasına ilişkin bir düzenleme yer almıyor. Yapılan işin, yasa dışı olduğunun gizlenebilmesi için taşeronlarla yapılan sözleşmeler hizmet alımı sözleşmeleri olarak adlandırılıyor.

Bu eyleme hukuk dilinde “yasaya karşı hile yapmak” deniliyor. Devlet suç konusu olması gereken bu iş için ihale bedelinin %15’ine ulaşan oranda taşeronlara yüklenici kârı, bir başka deyişle haraç ödüyor.

Kamuda taşeron aracılığıyla çalıştırılan işçilerin, az da olsa kendilerinin de kamu işçisi olduklarını öne sürerek kadroya geçirilmeleri isteğiyle direnişler örgütleyebildikleri görülüyor. Bu isteklerin önünü kesebilmek için İş Yasasına 2006 yılında bir kural getirildi ve taşeron işçilerin kadrolu işçilerin yararlandıkları haklardan yararlandırılmayacakları, kadroya alınmalarını da isteyemeyecekleri öngörüldü.

Sermaye sınıfı, işçilere tanınan güvencelerden rahatsızlık duyuyor. Ücret maliyetlerini düşürmek, kıdem tazminatı ödemeksizin işçi çıkarabilmek ve grev tehdidinden kurtulmak istiyor. Taşeron aracılığıyla işçi çalıştırılması modeli bugün için isteklerinin bir bölümünü karşılıyor görünse de, yeterli olamıyor. Organize bir işçi pazarından dilediği işçiyi dilediği süre çalıştırmak üzere kiralayabileceği bir modele gereksinmesi var.

AKP iktidarı, kendisini iktidar yapan sınıfın kâr güdüsüyle hareket ediyor. Mali sektörün patronu ve Açık Toplum Enstitüsünün kurucusu George Soros, Türkçeye “Küresel Kapitalizm Krizde” adıyla çevrilerek yayımlanan kitabında aynen şunları yazıyor: “Küresel kapitalist sistem rekabete dayalıdır. Hayatta kalma mücadelesinde rahatlamak ve hayatın incelikleriyle ilgilenmek tehlikeli olabilir. (…) Avrupalılar sosyal güvenceye önem vermişler bunun bedelini yüksek işsizlik oranlarıyla ödemek zorunda kalmışlardır.”

Bu sözler yeterince açık ama bir not düşmekte yine de yarar var: kapitalizmde topluma iki seçenek sunuluyor: Ya köleliğe boyun eğeceksin, ya da işsiz kalacaksın.

Önceleri “Devlette çalışıyor” olmak bir güvence göstergesiydi. Artık öyle değil. Çünkü Devletin işletmeci gibi davranması öngörülüyor ve işçilik maliyeti, devlet için de düşürülmesi gereken bir unsur. Bu nedenle de kamu kurumlarında güvencesiz çalıştırma modeli sistemli olarak yaygınlaştırılıyor.

Taşeron modeli Devlet Memurları Yasasında 1988 yılında yapılan bir değişiklikle girdi ve hızla yaygınlaştırıldı.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, bir soru önergesine verdiği yanıtta, 2011 yılında yaklaşık sayılarla 175 bin kişisi kamuda olmak üzere 500 bin taşeron işçisi olduğunu söyledi. Sağlık Bakanına göre ise Bakanlıkta 119 bin taşeron işçisi çalıştırılıyor. Bu sayı 2005 yılında 62 bin kişiydi. Aradan geçen 6 yıl içinde sayının ikiye katlandığı anlaşılıyor. Bugün Sağlık Bakanlığında çalışanların yaklaşık 1/3’ü taşeron işçisi ve Bakanlık 2011 yılında bu iş için taşeronlara 2 milyar lira ödedi. Aslında verilen sayıların ne denli doğru olduğu da belirsiz. Belediye İş Sendikası yalnızca Belediyelerde 1,5 milyon taşeron işçisi olduğunu iddia ediyor. Sendikanın sayıları abarttığı düşünülebilirse de, resmi rakamların güvenilmez olduğunu hepimiz biliyoruz.

Hükümetin gerçekte kime müjde vermeye çabaladığının doğru olarak anlaşılabilmesi için ana akım medyanın değil, kamuoyunda gerekli yansımasını bulamayan ve daha çok emperyalist odaklara verilen sözlerin yer aldığı metinlerin okunması gerekiyor.

Bu belgelerden üç örnek vermek istiyorum:

2012 Ocak ayında Bakanlar Kurulu bir ilke kararı aldı. Resmi Gazetede yayımlanmayan, yayımlanması da gerekmeyen bu Kararda, esnek çalışmanın yaygınlaştırılacağı belirtiliyor.

Tanıtım Ajansı adlı bir Kamu Kurumu, uluslar arası sermayeye yönelik olarak yayımladığı “Türkiye’de yatırım Yapmak için 10 neden” başlıklı reklam metninde Türkiye’de ücretlerin düşük ve işçilerinin çok az sağlık izni kullandığını, çalışma yaşamında yapılacak düzenlemelerle yatırım ortamının çok daha çekici duruma getirileceğini açıkladı.

Ulusal İstihdam Stratejisi (2012-2023), adlı belgede ise, işveren üzerindeki işçilik yükünün azaltılacağı geçici (özel) istihdam bürolarının kurulacağı özel sektörün asıl işlerini kiralık işçilerle gördürebilmesinin önündeki engellerin temizleneceği belirtildi. Bu arada kiralık işçiliğin güvencesizlik anlamına gelmediği, aynı işverene bağlı ve aynı işte çalışma güvencesi verilmesinin etkili bir yöntem olmadığı, asıl olanın istihdam güvencesi olduğu ve bunun geçici işçi bürolarınca gerçekleştirilebileceği vurgusu da ihmal edilmedi.

Kamu kurumları, hem yasal düzenlemelerle hem de AKP’nin uygulamalarıyla kölelik düzenini yaygınlaştırmak için çaba göstermek zorunda bırakılıyor. Hizmetlerini gerçekleştirebilecekleri sayı ve tutarda kadro ve ödenek verilmiyor.

Belediyeler Yasası 2005 yılında yenilendi ve öz gelirlerinin %30’unun üzerinde personel harcaması yapmaları yasaklandı. Bu tutarı aşan harcamalardan belediye başkanının kişisel olarak sorumlu olması öngörüldü. Ayrıca, 2007 yılında çıkarılan norm kadro yönetmeliği ile kadroları önemli ölçüde azaltıldı.

Burada küçük bir ayrıntıdan da söz edilmesinde yarar var: Norm Kadro yönetmeliğinde şöyle bir kural getirilmişti “Memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütülmesi zorunlu olmayan hizmetlerin hizmet satınalma yoluyla karşılanması esastır.” Uygulamanın zaten bu yönde olduğu düşünüldüğünden olsa gerek, sendikalara da malzeme oluşturmasın diye bu kural, 2011 Kasım ayında yönetmelikten çıkarıldı.

Ama Yönetmelikten çıkarılmış olması, uygulamada bir değişikliğe yol açmadı. Devlete ilişkin hizmetleri kendi işçileri aracılığıyla gerçekleştirmek isteyen yöneticiler bu gün yargı önünde. Bu sözlerim şaka değil: İzmir Büyükşehir Belediye Başkanına yöneltilen suçlardan biri, çöp toplama ve temizlik işlerini taşeron yerine Belediye şirketine yaptırmaya çalışması.

Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasasında sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlanıyor ve Devlete, çalışanların yaşam düzeylerini yükseltmek gibi bir görev veriliyor. AKP İktidarı Darbe Anayasası’na tepkisinden olsa gerek, hiç oralı değil.

Hele bir Anayasayı değiştirsin….