Geçmişte kalan kavramlar: Anayasaya aykırılık - hükümet - muhalefet

 

Çıkarılan yasaları, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerini ve kamu yöneticilerinin idari işlemlerini, Anayasaya ya da yasalara aykırılık savıyla eleştirmekle sınırlı bir muhalefet yapmaktan vazgeçelim.

Anayasal düzen çoktandır bitti… O denli çok belirtisi var ki;

Türkiye yıllardır, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti değil. Yurttaşlarının refah, huzur ve mutluluğu için çalışan; temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayan engelleri kaldırmayı ilke edinmiş bir siyasi irade tarafından da yönetilmiyor.

Yürütme organı unvanı taşıyan Cumhurbaşkanı, siyasi sorumluluk taşımıyor. Suç işlese bile Ceza yasası uyarınca yargılanması için en az 400 milletvekilinin onayı gerekiyor.

Tarafsızlık yemini ediyor ama parti başkanı.

Meclisin yasama yetkisine bile ortak edildi.

Meclis küme düştü: Cumhurbaşkanının atadığı bürokratlara bile sözü geçmiyor. Anayasada bakan, başkan, genel müdür gibi sıfatlarla atanan bürokratları yalnızca Cumhurbaşkanına karşı sorumlu olduğu yazıyor. Ama sorumlu olunca ne olur, kim karar verir ve ne gibi sonuçlara yol açar… benzeri soruların yanıtı yok.

İktidar, bakanlar kurulu, muhalefet gibi sözcükleri kullanmaktan da vazgeçelim.

İktidar yetkisi, Meclis dışında konumlandırılan Cumhurbaşkanına tanındı. Meclis içinde iktidar olarak adlandırılacak bir yapı yok. İktidarın olmadığı yerde muhalefetten de söz edilemeyeceği çok açık.

Yargı da Cumhurbaşkanından soruluyor.

Eski döneme ait terminolojiyi bırakmalıyız. Normal bir ülkede yaşadığımız algısı uyandırmayalım: bedelini ağır ödüyoruz.

Onca sorun varken, yerel seçimler ülke gündeminin başına oturdu. Yatıp kalkıp, ne yaparsak AKP’nin elinden daha çok sayıda belediye başkanlığını alabiliriz diye kafa yoruyoruz; adayların geçmişlerini, ideolojilerini tartışıyoruz; Meclis Başkanının istifa etmeden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına aday olup olamayacağını tartışıyoruz.

Bunları dile getirmek, tartışmak yararlı elbette; teşhir etmiş oluyoruz. Ancak kendimizi bunlarla sınırlarsak yanılırız, yanıltırız.

Partilerden biri, aday seçerken “vatandaşın dini duyarlılıklarının” gözetilmesinin önemini ballandıra ballandıra açıklayabilir. İşe yarayabilir belki. AKP-MHP karşıtı siyaset, birkaç fazla belediye başkanlığı kazanabilir. Kötü de olmaz.

Ama asıl sorun o değil; milyarlarca liralık kent rantlarının peşinde yalnızca AKP ve yandaşları koşmuyor. Amacımız ve çabamız, kentlerin yağmalanmasına direnecek siyasi güç oluşturmak olmalı.

Meclis Başkanının istifa etmeden aday olmak tercihi de önemli bir olay elbette. Korkuyu gösteriyor. Dile getirmeliyiz. Kendi koydukları kurallara kendileri uymuyorlar demenin keyfini kaçırmamalıyız.

Binali Yıldırım, hiç kuşkusuz Meclis başkanlığı görevini bırakmadan aday olamaz. Yerel seçimlerin kurallarının konulduğu 2972 sayılı Yasanın 17’nci maddesinde özetle; belediye başkanları ve milletvekillerinin aday olmak için istifa etmelerinin gerekmeyeceğinin öngörüldüğü bir kural var.

Bu düzenlemeye dayanarak istifa ettirilmedi. Oysa Ondan milletvekilliğinden istifa etmesi istenmiyor. Anayasanın 94’ncü maddesinde yazılı Meclis Başkanlarının bir siyasi parti çıkarına davranışta bulunmalarının yasaklandığı kuralına dikkat çekilerek Meclis Başkanlığı görevinden ayrılmazsa Anayasaya aykırı davranmış olacağı vurgulanıyor.

 “Bir soran olursa” gösteririz diye hazırlanmış bir Anayasamız var. Burjuva demokrasisinin kuralarına bile çok uzak. Öyle olmasına karşın uymak isteğe bağlı.