AKP'nin nesi değişti?

Hafta sonu, milli iradenin olmazsa olmaz koşulu olarak dayatılan ve AKP’lilerin ısrarla “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak adlandırarak, teoride yeri varmış görünümü vermeye çalıştığı garip bir yöntemin öngörüldüğü Anayasa değişikliğini oylayacağız.

Bu metnin kabul edilmesi için, üstelik bizlerin parasıyla, canhıraş çaba gösterdiler. Özellikle Tayyip Erdoğan, kendini paraladı.

Hayır çıkacağını gösteren güçlü belirtiler var. Çok gergin oldukları görülüyor ve telaşları davranışlarına yansıyor. Savunmak amacıyla söyledikleri sözlerin biri diğerini tutmuyor; kendilerini bile yalanladıkları oluyor.

2003 yılında böyle bir yasa ne meclise gelir, ne kabul edilir, ne de halkoyuna sunulabilirdi. Çünkü Erdoğan’lı AKP’nin ilk kez hükümet kurduğu 2003 yılındaki 59. Hükümet Programında şu sözler yer alıyordu;

“AK Partinin muhafazakâr kimliği, ‘siyasal gücün bir kişinin veya grubun elinde yoğunlaşmasını destekleyen, bireysel ve siyasal örgütlere karşı olan, siyasal katılımın hemen hemen tüm biçimlerini reddeden, baskı ve güç kullanımını öngören’ dayatmacı siyasal anlayışları reddetmektedir.”

“Sadece sayısal güce dayanan bir yönetim anlayışını benimsemiyoruz. Toplumsal mutabakattan güç alan bir siyaset anlayışından yanayız.”

“Siyasal otoritenin (devletin veya hükümetin) sınırlandırılması düşüncesi bizim muhafazakârlık temelli siyaset kavrayışımızın en ısrarlı olduğu argümanlardandır.”

“ Hükümetin rolü topluma ‘tercihler empoze etme gücünü ele geçirmek olmayıp, barışı, anayasal düzeni ve adaleti korumakla sınırlı’dır.”

Başkanlık sistemi, 2015 yılına değin AKP’nin başka hiçbir resmi belgesinde yer almadı, kamuoyunu ısındırmak amacıyla olsa gerek zaman zaman ortaya bir laf atıp basında tartıştırmakla yetindiler.

Tayyip Erdoğan Ağustos 2014’de Cumhurbaşkanı seçildi. Ahmet Davutoğlu’nun başkanlığında Ağustos 2014’de kurulan 62. Hükümet programında bile Parlamenter sisteme karşı olumsuz bir söz edilmiyordu; “Yeni dönemde; seçilmiş ve güçlü bir Cumhurbaşkanı, seçilmiş ve güçlü bir başbakan ve hükümet olarak halkımıza çok daha etkili bir şekilde hizmet etmenin gayreti içinde olacağız.”

Yine Davutoğlu’nun başkanlığında Kasım 2015’de kurulan 64. Hükümet Programında, başkanlık sisteminden söz ediliyor olsa da kullanılan dilin “olsa da olur olmasa da” tadında olması dikkat çekiyordu; “…demokratik bir perspektifle yapılandırıldığında, parlamenter sistem ile başkanlık sistemi arasında demokrasiye uyum açısından bir fark bulunmadığı kanaatindeyiz. Nitekim her iki sistemin de olumlu örneklerine rastlanabileceği gibi olumsuz örneklerine de rastlanabilir.” Demokratik perspektif terimi ise şu sözlerle açıklanıyordu; “güçler ayrılığının tahkim edildiği, de­mokratik denge ve kontrol mekanizmalarının öngörüldüğü, toplumsal farklılıkların siyasal temsilinin sağlandığı, yeni bir siyasal sistem…”

Davutoğlu’nun başına gelenleri biliyoruz.

Binali Yıldırım’ın başbakan olduğu Mayıs 2016’da kurulan 65. Hükümet Programında, hiçbir kısıtlama, koşul öngörülmeksizin, bağıra bağıra başkanlık sistemine bir an önce geçileceği vurgulanıyor; “Gün bugündür! Artık Yeni Anayasa, Başkanlık Sistemi de dahil olmak üzere yeni yönetim sistemini de belirleyecek değişiklik, behemahal 26. Yasama Döneminde AK Parti Hükümeti olarak bizim en öncelikli konularımız arasında olacaktır.”

AKP’nin bu söylem değişikliği çok farklı yaklaşımlarla yorumlanıyor. Uzun süreli iktidar olmanın getirdiği sarhoşluk; yolsuzluklarının sorgulanma tehlikesi; krizlerin toplum üzerindeki hegemonyasını zayıflatması; gibi bir dizi neden belirtiliyor. Söylem değişikliğinde bunların her birinin etkisi ve rolü var.

Ancak yine de AKP’nin değiştiği doğrultusundaki yorumları, ihtiyatla karşılamalıyız.

Halka baskı ve zulüm sözü vererek iktidar olunamaz. Her iktidar, toplumu uzlaşma algısı vererek yönetmeye çalışır ve hegemonyasını sürdürebilmenin başka yolu kalmadığı durumlarda, son çare olarak, baskıcı yöntemlere başvurur. Çünkü baskı hem pahalıdır, hem güvenilmezdir ve üstelik istikrarı bozucu bir özelliğe sahiptir. Kapitalist sistem bunlardan pek hoşlanmaz.

AKP, kendisini sol olarak tanımlayan DSP’nin büyük ortak olarak yer aldığı koalisyon hükümetinden sonra iktidar oldu. DSP koalisyonu tıkanmıştı ve Dünya Bankası politikalarını yürütmek üzere görevlendirilmiş olan Derviş politikalarını yürütebilecek mecali kalmamıştı. Oysa Devletin, sermayenin gereksinmeleri doğrultusunda elden geçirilerek yeniden biçimlendirilmesi gerekiyordu.

AKP bu nedenlerle çağdaş, özgürlükçü ve düzgün işleyen etkili bir devlet yönetimini kurabilecek yetenekte bir parti görünümü verilerek iktidar yapıldı.

AKP’nin sermaye dostu olduğunu gösteren politikalarında hiçbir değişiklik yok. 2002 yılında da; 2007 ve 2011 dönemeçlerinde de; 2014 sonrasında da aynıydı. Yine kamu varlıklarını sermayeye pazarlıyor; yine doğayı; kentleri; tarihi; sağlığı, eğitimi, piyasalaştırıp tekellerin hizmetine sunuyor; yine çalışma yaşamını kuralsızlaştırıyor.

AKP’nin tek değişen yanı diktatörlük özlemi içine girmesi oldu.

Krizler AKP’yi yıprattı; lider kadrolarına dünyada güvenilmiyor; ülke, yolsuzluk söylentileriyle çalkalanıyor ve yöneticileri yargılama tehdidi altında yaşıyor. Bütün bu nedenlerle yönetebilme gücünü yitirdi ve bu duruma düşen her iktidar gibi diktatörlüğe sarıldı.

Ama zamanının çok azaldığını görmek zor değil. Eğer toplumda zaten var olan farklılıkları kaşıyıp kanatmak ve ülkeyi bir kaosa sürüklemek gibi gizli bir görevinden söz edilemeyecekse referandum sonrasında, AKP’nin en azından güç yitireceğini ve yürürlükteki Anayasanın biraz daha işlerlik kazanacağını söyleyebiliriz.