Wikileaks, Magazin Demokrasisi

Wikileaks adlı web sitesi ABD diplomatların “gizli” yazışmalarını ifşa ederek hem dünyadaki birçok siyasi liderin hem de ABD’nin ipliğini pazara çıkarıyor. Neden böyle? Çünkü günümüzde sadece bilgi kaynakları çoğalmadı aynı zamanda siyaset yapma biçimi de bayağılaştı. Bu anlamda çok bilgi, bilgiyi de bayağılaştırdı, dedikodu haline dönüştürdü diyebiliriz. Belki bilginin hiçbir zaman gizli kalamayacağı endişesi, alt seviyede siyaset yapanları daha fazla yüzsüz olmaya doğru evirdi. Örneğin Başbakanın İsviçre’de 8 hesabı olduğu Wikileaks iddialarına gene Başbakan esti gürledi, söyleyenleri “şerefsiz” ilan etti. Bir çeşit “ben yaptım oldu” siyasetinden “bağırdım, çağırdım oldu” siyasetine geçiş yaptık Recep Tayyip beyle beraber. Aslında iki siyaset yapma biçiminde özünde pek bir fark olmasa da ikincisinde “diktatörlük” hevesi konuşmalarının içeriğinde bariz biçimde kendini hissettirmekte. E tabii bir başbakan kendini haklı çıkarmak için sık sık abdestinden, namazından örnekler veriyorsa, “ben bir tek Allah’tan korkarım arkadaş ona da görevimi de abdest alarak, namaz kılarak yerine getiriyorum, gerisi beni ırgalamaz seni de ırgalamaz” demektedir. Ne oldu şimdi İsviçre’de 8 hesap meselesi? Karambole geldi. Dedikodu haberi olması doğru olabilir belki, bu konuda Sayın Başbakanımızla aynı düşünüyor olabiliriz ama şimdiye kadar dedikoduya ne kadar çok prim verdiğini de biz biliyoruz. Peki, Meclisimiz ABD’li diplomatların kendi aralarındaki yazışmalardan ortaya çıkan bu “çok vahim” konuyu incelemek üzere bir araştırma komisyonu kurmaz mı? Hadi canım diyeceksiniz iyi ama bazılarının ısrarla savuna geldikleri gibi biz yeni bir demokratik Türkiye Cumhuriyetinde değil miyiz? Bilmeyen için hatırlatalım, çünkü Türkiye 2002’den beri demokratikleşmekte. Sizde şimdi hatırladınız değil mi? Evet, böyle durumda Cumhurbaşkanımız Gül, Sayın Erdoğan’a “bu leke ile yaşama Tayyip ya bir şeyler yap, ya da bırak arkadaşların seni araştırsınlar” demez mi? Benim içimde müthiş bir kuşku var Sayın Erdoğan’ın İsviçre’de 8 tane hesabı var mı yok mu? diye. Sonuçta olabilir, o da herkes gibi çiğ süt emmiş insanoğludur, zaten peygamberimiz zenginleşmeyi kötülememiştir, belki o hesaplar anasından emdiği süt gibi helal yollardan kazanılmış paralar olabilir. Sonra bir de 8 hesap deniliyor, kimse içeriğinden bahsetmiyor ki? Belki her hesabın içinde 1000 İsviçre frangı veya avro var. Ne oluyor? Toplam 8000 Avro. O kadar olsun artık. Yani Sayın Başbakanın her şeyi böyle kötüye yormasını anlamak mümkün olmuyor. Bir ispatlasa da hepimiz bir derin nefes alsak, AB’li dostlarımıza gururla “sen kendi Başbakanına bak, bizim Başbakanımızın böyle taraklarda bezi yoktur gördünüz mü?” diyerek böbürlensek. Ama şimdi “şerefsiz, beyinsiz” diye herkese bağırması olmuyor ki? AB’li dostlarım soracak bana Başbakan ne dedi? Şerefsiz dedi diyeceğim. Ne yapacaklar bana gülecekler, ülkemi horlayacaklar, bana ikinci sınıf vatandaş muamelesi bile yapacaklar. Bunları hak etmek için ben ne yaptım Allahım?

Ne demiştik 2002 yılından beri demokratikleşmekte olduğumuzu söylemiştik. Bu çok önemli arkadaşlar. “Türkiye’nin makûs kaderi değişmektedir, bu siyasi gelişmeleri iyi okumak gerekir” diyorlar bazıları. Bizde okumak istiyoruz, değerlendirmek istiyoruz. Dün daha Dolmabahçe’de Sayın Erdoğan’ın Üniversite Rektörlerini ikinci defa topladığı “etkinliği” protesto eden polislerin öğrencileri yaka paça yerlerde sürükleyip “orantısız güç” kullandığını hepimiz gördük. İş öğrenci, emekçi protestosu olunca “oran” yine saptı. Sonra eski bir akademisyen Doçent olan yine eski Milli Eğitim Bakanımız Çelik, öğrencilerin de “orantısız” gösteri yaptığını söyledi. Yani ondan öğrendik ki, öğrenciler protesto yapabilir ama böyle protesto yapamazlar. Ne demek peki? Siz bir şey anladınız mı? Hayır, anlamadınız bu da “ben dedim oldu” demokrasisi. Ama bakın sayın okur burada bir fark var. Daha eski siyasetçiler böyle durumlara “öğrenciler protesto yapabilir” bile demiyorlardı. Sadece “protesto mrotesto yassak hemşerim” diyorlardı. Bu bile Türkiye’nin 2002 demokrasi serüveninin ne önemli yerlere doğru “evirildiğini” bizlere göstermektedir. Şimdi önce dövdükten sonra, nasıl protesto yapılmasını gerektiğini anlatıyorlar. Mesela “yumurta atmayın arkadaşlar diyorlar, kafaya geliyor, saçı sakalı, yetmedi kravatı, gömleği, lacileri mahvediyor. Evde sonra hanım kızıyor, koca bakan oldun, şu sokak çocuklarına bir sözünü geçiremiyor musun?, bak bizimkisi içeride ne kadar uslu oturuyor” diyorlar. Bir “protesto nasıl yapılır” genelgesi çıkartması gerekiyor tez zamanda bu demokratik hükümetin. Sayın Çelik haklı, bir kişinin demokratik özgürlükleri, başkasının demokratik haklarını gasp etmeye başladığına kadardır. Böyle diyor Sayın Çelik. Bu cümle bir ilerlemedir. Türkiye’nin 2002 demokrasi serüveninin mihenk taşlarındandır. Bizim de vatandaş olarak hükümete yardım edip bu taşlara yeni taşlar eklememiz lazım gelir ki, demokrasimiz güzelleşsin, temizlensin aklansın pullansın.

Sayın Özcan açıkladı bu haftalık basın toplantısında.YÖK önümüzdeki seçimlerden sonra üniversiteleri mütevelli heyetlerine çevirecekmiş. Rektörler de bu mütevelli heyetlerinin içinden seçilecek ve bu kararlara yeni düzenlemeyle ne YÖK Başkanının ne de Cumhurbaşkanımızın itirazları olamayacakmış. Bu gelişmeyi Sayın Özcan YÖK Başkanının ve Cumhurbaşkanının üniversiteler üzerindeki yetkilerinin kısıtlanması olarak yorumluyor ve önemsiyor. Üniversitelerdeki bu reform demokratik üniversitelerin önünü açacak yine bir başka önemli bir mihenk taşı. Düşünebiliyor musunuz, her üniversitenin kendi öğretim üyelerinin özgür iradeleriyle seçmiş olduğu adaya kuşku ile yaklaşıp üstünü çizen YÖK ve Cumhurbaşkanı, Mütevelli Heyetinin seçimlerine karışmıyor ve onlara güveniyor. Tam da 2002 yılındaki demokratikleşme sürecini yansıtıyor. Yani akademisyenlerin kendilerinin seçtikleri adayların sakıncalı olabileceğine hüküm getiren YÖK Başkanı, sermayedarlardan kurulu Mütevelli heyetinin seçimine ise tam güveniyor. Sermaye demokrasisinin üniversitelerdeki iz düşümünden başka bir şey değil. Sadece sermaye değil aynı zamanda magazin demokrasisi, tıpkı Sayın Başbakanımız eski MEB bakanımız gibi. Sonrasında enteresan şeyler söylüyorlar, bizleri güldürüyorlar, ağlatıyorlar, kaşındırtıyorlar. Magazin haberleri okuduktan sonra merakla aramızda konuşuyoruz sonra yazı yazıyoruz tıpkı bu yazı gibi yani magazinsel, bol fıkralı, dalga dubara.

Evet tekrar Wikileaks’e gelecek olursak ve yukarıdaki konuları bağlamaya çalışırsak diyebiliriz ki, internetin çıkmasıyla beraber enformasyonun yaygınlaşması “dedikoduculuğu ve sığlığı da beraberinde geliştirdi. Örneğin dedikodunun en önemli kalesi Google’dur. “Gugullamak”, “hazret Gugul’a sormak diye terimler türemiştir. Bu nedir? Az tanıdığım kişi hakkında o kişiye sormadan Gugula” sorup bilgi toplamaktır. Bir şey sormak istiyorsan insan gibi o kişiye sor değil mi? Değil işte öyle değil. Sen anlamıyorsun yani ben anlamıyorum onun zevki yok. Hem ben ona niye inanayım ki? O zaman ne olur, o kişiden veya kişilerden habersiz bilgi toplayıp sonra o kişi hakkında fikir üretirsin ve ona göre kendine o kişiler hakkında bir ilişki süreci başlatırsın. Bunun adı nedir? Gizli istihbarattır, dedikodudur, seviyesi nedir? Onu da okuyucuya bırakalım. Ya da bilmediğin bir konuyu Guguldan öğrenirsin o da sana yarımın yarımı bir bilgi verip seni aydınlatır. O zaman bu bilgi ne olur? Yarım yamalak bilgi olur. Bu şekilde baktığımızda Wikileaks’i de bu anlamda değerlendirmek gerekir ama tabii tek bir farkla. O da Wikileaks’in kapitalizmin ve ABD emperyalizminin oyunlarını tek tek ortaya döküp bu anlamda magazinsel bir görev üstlenmesidir. X hanım kimsen çocuk yaptı, F bey yeni Maseratti’sini nerede ağaca çarptı? gibi konulardan biz okuyucuları azıcıkta olsa sıyırıp konuşmaları “duydun mu kız Putin ne demis?” e çevirmektedir. Artık ondan sonrası da herkesin kendi algılamasına kalmıştır. Evet, Wikileaks magazinseldir, Başbakanımıza iftira atmaktadır, yarım bilgidir ama yine de dünya liderlerinin bu dedikodular karşısında zorlanmaları hatta web sitesini kapatmalarını görmek, Başbakanımızın yine esip gürlemesine şahit olmak bizim düşünmemize, kaşınmamıza, gülmemize, kıkırdamamıza, eşle dostla konuşmamıza neden oluyor. New-York’da Beş Minareden sonra bunları konuşuyoruz özgürce eleştiriyoruz. Magazin özgürlüğü, magazin demokrasisi. Tam yazıyı bitireceğim aklıma O. Pamuk’un son kitabı takıldı. Orada büyük üstat, doğma büyüme Nişantaşılı Pamuk ile röportaj yapıyor ve doğumun Ankara olmasından utanıyor. Alın size magazin. Peki, senin yazın ne diyeceksiniz? Bir Ankara doğumlu olarak magazin, dalga dubara…