Tahrir’de toplananlar mı darbeci Gezi’dekiler mi?

Yukarıda sorulan absürt sorulara cevap yetiştirmek oldukça güç. Çünkü her dakika her saat bu tip sorulara yenileri eklenmekte ve özellikle şu son zamanlarda takip ettiğim sosyal medya da işler kaotik bir hal almaktadır. Birçok soru vardır ortada cevabını arayan ve birçok da cevap vardır ortada sorusunu arayan. Bu satırlar yukarıdaki sorunun bir cevabı olmayacak elbette, ama neden bu tür soruların sorulduğuna dair başka bir soruyu devreye sokup üzerinde düşünmek olacaktır. Neden bu tür saçma sorular sürekli gündeme geliyor? Bize göre bunun sebebi daha evvel de bahsedildiği üzere demokrasinin tanım değiştirmesidir. Peki, hemen acele sormak gerekirse bu gelişme neden sol için tehlikelidir? Çünkü insanın kişisel farklılıklarına odaklanan iyi yönetişim modelleri çerçevesinde oluşturulan yeni demokrasinin temel özelliği sosyal demokrasi dâhil olmak üzere her türlü sol fikirlerin güdük kalması üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Bu durumu geçen yazılara oranla biraz daha açalım. Genel anlamda insan haklarını talep ettikleri konulara göre ikiye ayırabiliriz. İlki değiştirebilecekleri kendi özel hakları, ikincisi ise sistem içinde dönüşümü mümkün olmayan genel haklar. İkincisi ile başlamak gerekirse kapitalist süreçlerin denetiminde üç haktan söz edebiliriz. İlki çalışma hakkı, ikincisi yaşam hakkı, üçüncüsü söz hakkı. Bu hakların düzenlenmesi ve yönetilmesi kapitalist üretim biçiminin belirlediği sermaye birikimi süreçlerine bağlıdır. Sistemin kriz dönemlerinde üç genel hakkın sınırlanması, gelişme döneminde ise kısmen hakların genişlemesi şeklinde tezahür eder. Fakat hiçbir zaman insanlar bu üç temel haklarını kendileri, kendi adlarına kullanamazlar. İnsanların sınıfsız bir toplum, sömürüsüz bir toplum, eşit bir toplum talebi sermaye sisteminin hiçbir evresinde kabul göremez ve görmeyecektir. Burada bir parantez açıp ikinci dünya savaşı sonrası kapitalizmin a-tipik bir evresi olan “refah devletini” bir kenara not etmekte fayda vardır. Nedenini biraz sonra açıklayacağımız bu özel dönemin, yeniden dünyanın felakete sürüklenmemesi dışında, tekrar oluşabilmesi artık pek mümkün değildir. Bu parantezi kapatıp yukarıdaki bahsettiğimiz haklardan ikinci olarak kişisel hak ve taleplere geldiğimizde, bunların uygulanabilirlik şansı diğerine oranla daha yüksektir. Neden? Birincisi bunlar kişisel taleplerdir. Örneğin bir insan Müslümanken Hıristiyanlığı seçebilir, kadınken erkek olabilir, aynı cinse istek duyabilir, zengindir parasını kimsesiz çocuklara harcayabilir, kadındır kocasından şiddet görmektedir, ondan boşanabilir vs… Tabii bütün bu yukarıda saydığımız örneklerin tersi de olabilir diyelim ki, yukarıdaki meselelere önem veren kimseleri rencide etmeyelim. Bunlar kişisel meselelerdir. Ne zaman toplumsal olur? Eğer bu meseleler toplumda daha geniş kesimlerce kabul görüyor olmaya başlamasıyla. O zaman bu durum “gay”lerin evlenebilmesi veya toplumda kabul görmesini, erkek egemen toplumlarda kadınların baskı görmesinin sona ermesini, zencilerin beyazlarla aynı haklara sahip olmasını vs… sistemle süregelen büyük mücadelelerden sonra (çünkü tersini söylemek bu tür talepleri küçümsemek olur) öyle ya da böyle sisteme, göstermelik de olsa dâhil edilmiştir. Neden göstermelik? Çünkü günümüzde halen ırkçılığın, faşizanlığın her türlüsü değişik maskeleriyle ortaya tüm çiğliyle dökülmektedir. Avrupa’da yükselen milliyetçiliğe, ırkçılığa ve Türkiye’de muadili olan faşizan İslamcılığa yukarıdaki durumu gösterebiliriz. Peki ama diyeceksiniz ki, neden günümüzde faşizanlık bu kadar hortladı? Neden etrafta bu kadar anlamsız soru patlaması yaşanmakta? Aslında ikisinin arasında bir paralellik mevcuttur. Yani bir tarafta faşizmin tüm çiğ haliyle günlük yaşamımızda salınması ile Gezi ve Tahrir meydanındaki yorumlar arasında bire bir bağ mevcuttur. Ki Tahrir nire? Gezi nire?, niye böyle bir kıyaslama yapılma ihtiyacı duyulur? Neden Mısır birden AKP ve liberal solcular için çok önemli bir mesele olmuştur? Bu da üzerinde durulması gereken ayrı bir konudur ve fakat yukarıda sorulan soruyla kısmen de olsa bir bağlantısı vardır. Tüm bunları aşağıda dilim döndüğünce söylemeye çabalayacağım.

İlk olarak daha önce bahsedilen ve sistem içinde eşitlenmesi mümkün olmayan üç temel özgürlük olan, söz, yaşam ve çalışma hakkı için yapılacak taleplerin, örgütlü bir sosyal mücadeleye gereksinim duymasıdır. 19’ncu yüzyılda kapitalizm karşısında emekçilerin söz, yaşam ve çalışma özgürlüklerini savunan siyasal örgütlenmelerin oluştuğu ve o kurumsal yapılarla beraber emekçilerin sermaye sınıfına karşı şiddetli sosyal mücadeleler içinde olduğu yıllardır. Bu toplumsal mücadeleler sonucu kazanılan sosyal hakları ikinci dünya savaşından sonra bir 30 yıllık dönemde sistem kendi ile kısmen bütünleştirmiş sonra tekrar çıkarıp şiddetle fırlatmıştır. Yukarıda bahsedilen temel 3 hak için yapılan sosyal mücadeleler tek bir dünyayı referans alır. Dolayısıyla o mücadelelerin arkasında kendi gibi düşüneler ve örgütü vardır. Bu bağlamda siyasal hareket tek kişiyi değil emekçilerin çoğunluğunu temsil eder ve dolayısıyla bireyci değil toplumcudur. Oysa günümüzdeki bireysel hak ve özgürlükler tek bir dünya değil, çok farklı dünyalar istemektedir. Bu dünyalar herkesin kendi içinde kendini iyi hissettiği alanlardır. Bu bakımdan siyasal mücadeleler yeni daha eşitlikçi bir dünya kurmak üzerine değil, herkesin kendine uygun, başkalarına değmeyen, hatta mümkün mertebe uzak duran dünyalar kurmak üzerinedir. Bu ve bunun gibi konular üzerinden siyaset yapmak günümüz iyi yönetişim modelleri çerçevesinde ancak mümkündür. Yeni çerçeve insanların üç temel haklarını sorgulamasına izin vermez. Örneğin çalışanların, “neden geçmişe oranla daha fazla saat çalışıyorum? Neden her an işten çıkarılma tehlikesi içerisindeyim? Neden bu taleplerimi özgürce söyleyemiyorum? Söylesem de kaile alınmıyorum?” türü soruları sorması, sorsa da cevap alması pek mümkün olmayacaktır. Neden? Çünkü bu soruların temel sahibi sol partiler, sol sendikalardır. Bu soruların sorulması ancak ve ancak örgütlenmeyle ve ortak amacı eşitlikçi bir dünya olan ortak bir topluluğun siyasal çabasıyla mümkün olur. O zaman o sorulan soruların cevabı da içinde yer alacaktır. Oysa şimdi Gezi ve Tahrir meydanında yapılan halk gösterilerinde insanın üç temel hakkını sorgulayacak olan sorular hem tam olarak formüle edilememektedir, hem de onlara verilen cevaplar karşılıklı kaotik bir kör dövüşünü artırmaktadır. Çünkü iyi yönetişim modellerinde sol hareketler entelektüel birikimi olan az sayıda üyeli sivil toplum örgütlerine bırakılmıştır. Bu son Gezi olaylarında hükümet kanadının çevreciler ile örgütleri ayırmaları, birini kısmen meşru gösterip diğerini yasadışı ilan etmeleri, tam da bu yeni, post-demokrasinin uygulanma biçimini göstermektedir.

İyi yönetişim modellerinde diyalog çok önemlidir fakat kurumlardan bağımsız bu yeni durum her kişinin kendi monologudur aslında. Sosyal medya’da kolayca dillendirilen düşünce ve duygular, toplumsal hak aramanın yeni ve kişiye özel adresidir. Özgürce yazabilme ve herkesle iletişim kurabilme, temsili parlamenter sistemin ve beraberindeki demokratik kurumlarının zayıflamasına yol açmaktadır. Kişiler çünkü doğrudan özgürlük taleplerini bütün dünyaya kendileri, kendi biçimlerince duyurabilmektedir. Her gün yazılan yüz milyonlarca monologlardan ortak bir siyasal zeminde diyalog yerine daha çok bir konuya ve bir olaya “odaklanma” çıkmaktadır. Bu bağlamda herkes bir siyasal gelişmeyi kendince eleştirmekte, her ne kadar eleştirmenin biçimi, yönü, şekli farklı olsa bile, herkes sonuçta ilgili olayı yermek konusunda ortaklaşabilmektedir. Bir anlamda sendikaların ve siyasal partilerin işlevini doğrudan birey kendi üstelenmektedir. En önemli farkı tabii bireyin sosyal medyada yorum yaparken çoğunun yalnız ve düşüncelerinin dağınık olmasıdır. Dolayısıyla temsili demokrasiyi zayıflatan iyi yönetişim modelleri, hem sol sendikalar, sosyal demokrat partiler, sosyalist partiler gibi demokratik kurum ve kuruluşları işlevsizleştirerek halkla bağlarını zayıflatırken, hem de bir taraftan da sosyal medyalar aracılığıyla “bolca” ifade özgürlüğünü kullanıcılar lehinde sınırsızca genişletmektedir. Bugün Gezi’de Tahrir’de olanlar, “çokça” iletişim kurabilme özelliğine sahip olanlar içinde her sosyal sınıfın olduğu muhalif kesimlerin “ortaklaşabilmesidir”. Demokratik kurumların zayıflaması berberinde halk kümelenmelerini ortaya çıkarmaktadır. Fakat bu 1980 öncesi sağ-sol kutuplaşması gibi değildir. O zaman ithal ikameci sanayileşme döneminde olan Türkiye’nin siyasal partiler ve sendikalar öncülüğünde bir sosyal mücadeleler süreci vardır. A-politiklerin bir kutuplaşması yoktur. Daha fazla siyasetin içinde yer alan ve sayıları oldukça fazla olan örgütlülerin kesin ayrışması söz konusudur. Ama günümüzdeki kutuplaşma örgütsüzlerin, siyaset dışında yer alanların birliğidir. Fakat daha önce de söylediğimiz gibi milyonlarca monolog ve diyaloglar arasında sistem ancak bireysel farklılıklar üzerinde yoğunlaşan hak ve özgürlüklere “önem” verir ve “dinlemeye değer” bulur. Tabii bu demek değildir tüm bireysel talepler hemen kabul görür, ama en azından ötekine karşı kısmen “meşru” bir muhalefet olarak algılanır. Mesela son Gezi olaylarında AKP ve sol liberallerin çevreciler ile sosyalistleri birbirinden ayırıp birine sahip çıkarken ötekini darbeci, Kemalist, Ergenekoncu diyerek gayri-meşru ilan etmesinin arkasında AKP dışında her türlü siyasal örgütü kötülemek vardır. Oysa tam tersi meydanlardaki tüm liberaller, çevreciler, Kemalistler, Kürtler, Sosyalistler HEPSİ birçok cana mal olan Gezi direnişinin önemli bir parçası olmuştur.