Sosyal sermayenin iktisadi ve sosyal düşünce tarihinde kökenleri: Aile dayanışması örneği

Sosyal sermayenin konusu sadece birey veya bireyler değildir. Daha çok bireyin çevresi ile olan ilişkileridir. Çünkü bireyi toplumda var eden bu bahsedilen ilişkilerdir. Sosyal sermaye için gerekli olanlar bir taraftan bireyler arası sosyal güvendir, öte yandan bu güveni sağlayacak hukuki normlardır, ve son olarak ta biçimsel olmayan (enformel) sosyal bağlantılardır. Yukarıda betimlenen sosyal sermaye tanımları IMF tarafından post-Washington mutabakatları çerçevesinde ve “iyi yönetişim” modeli içerisinde birçok ülkeye pazarlanmaktadır. Bu dönüşüme tabii olan ülkeler genellikle Yunanistan, Portekiz, Polonya gibi “merkezin çevresi” ile Türkiye, Meksika, Brezilya vs.. gibi küresel ekonomiye dahil olanlar öncelikle olmak üzere “çevrenin merkez” ülkeleridir. Amaç iyi yönetişim modeli vasıtasıyla bu ülkelerde yeni bir siyasal, toplumsal yapı kurmaktır. Yazımızın konusu dolayısıyla ilk olarak bu toplumsal yapının ne olduğu üzerinde biraz durduktan sonra, ikinci olarak Fransız liberal iktisatçı Clement Colson’un 1918 yılında yazmış olduğu “Organisation économique et désordre social” adlı çalışmasından günümüz gelişmelerine yorum yapmak olacaktır. Colson’un birinci dünya savaşı esnasında kaleme aldığı ve neredeyse 100 yıl önce yazmış olduğu kitabın Türkçe isminin “İktisadi yönetim ve sosyal düzensizlik” olması ve içeriğinin günümüz iyi yönetişim modellerine çok benzer fikirler muhteva etmesi bakımından önemlidir. Son olarak aile dayanışması örneği ile sınırlı kalmamamızın iki sebebi var. Birincisi yazının kısalığından kaynaklanan bir zorunluluktur. İkincisi de, daha önemlisi bir sebep olan, liberallerin Rousseau’cu sosyal mutabakata bağlı sosyal devletin karşısında, aile kurumunu toplumsal bir örgütlülük olarak öne çıkarmak istemeleridir. Liberaller sendikalar gibi sınıfsal ve kamu yardımları gibi sosyal örgütlenmelere karşı aile örgütünü ve dayanışmasını toplumda alternatif kılmak istemektedir. Colson bu bağlamda ailenin kurumsal yapısına vurgu yaparak Rousseau’cu devlete karşı aile kurumunu bir başka toplumsal model olarak sunma gayreti içinde yer almıştır. Daha önce Lippmann konferanslarında söylenildiği üzere “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” liberalizmi işsizlik, fakirlik gibi sosyal olaylara çare bulamadığından, üstelik sosyalist düşüncelerin gelişmesini sağladığından, liberalizmi toplumsal bir model olarak yeniden yorumlamak gerektiği ortaya çıkmaktadır. Colson bunu 1938 yılında tertiplenen Lippmann konferansından 20 yıl önce yazmıştır. 1939 yılında da ölmüştür.

PNUD raporlarında iyi yönetişim için gerekli olan sosyal güvenin sağlanması ailenin güçlenmesine bağlıdır denmektedir. Aile’nin kendi içinde gelişmesi mesela Colson’a göre kadınların daha fazla ailede önem kazanmasına bağlıdır. Bunun sebebi ailede tüm kararları alan ve kuralları koyup uygulayan babanın gücünü kısıtlamak içindir. Aile reisi baba Rousseau’cu cumhuriyete benzemektedir. Onun gibi buyurgan, otoriter ve acımasızdır. Amaç ataerkil aile yapısını ortadan kaldırıp yerine kararların aile fertleri arasında ortak alınan demokratik bir aile yapısını inşa etmektir. Annenin ve çocukların aile içinde alınacak olan kararlarda daha fazla söz hakkı sahibi olması baba otoritesine karşı bir muhalefeti başlatacaktır. Colson’un bu önerisi aslında somut bir olaya dayanmaktadır. O da o yıllarda ailelerini savaş, yoksulluk gibi nedenlerle terk edip giden bir daha da geri dönmeyen baba sayılarının gittikçe artmış olmasıdır. Bu gelişme ailenin geri kalanı üzerinde olumsuz etkiler yaratmaktadır. Daha başka bir deyişle çalışan babanın sağlık, savaş gibi nedenlerle birden yok olması aileyi sefalet içine sürükleyip kamu yardımlarına muhtaç kılmaktadır. Yoksullara yönelik devlet yardımlarının sürekli artması ve dolayısıyla yardım maliyetlerinin karşılanması doğal olarak vergileri arttıracağından, son tahlilde hem sermaye birikimi süreci üzerinde olumsuz bir etkisi olacak, hem de kamunun daha fazla gelişmesine ve yayılmasına vesile olacaktır. Bunun içindir ki, ailenin diğer üyeleri de baba gibi çalışabilmeli, baba olmadığı zamanlar kendi kendilerini geçindirebilmelidir. O zaman babanın başına gelen bir felaket sonucunda aile topluma yük olmayacaktır. Colson aile demokrasisini sadece çalışma özgürlüğü bakımından önemli görmektedir. Bu kanıya iki örneğinden yola çıkarak varıyoruz. Birincisi yukarıda da bahsettiğimiz üzere babanın aileyi şu veya bu nedenle terk etmesi sonucu yardım kuruluşlarının ailenin geçimini ikame etmeye başlamasını eleştirmektedir. İkinci olarak ta, kadınların daha fazla işte çalışmasını isterken feminizmi de eleştirmektedir. Yani başka bir deyişle kadınların sadece kendilerine yönelik çalışmasını aile içinde mali bağımsızlıklarını kazanmasını istememektedir. Çünkü bu durum babanın çekip gitmesi ve annenin çocuklarından çok kendi kariyerini düşünmesi sonucunu doğuracak ve çocukların yine sefil olarak ortada kalmasına neden olacaktır. Böylece annesiz ve babasız çocuklar yine topluma (aslında sermayeye) mali külfet olmaya devam edecektir. Dolayısıyla kadın kocasına karşı özgür olmalıdır, onunla beraber çalışabilmelidir ama bunun yanında sadece kendisine yönelik çalışmamalı, ailesi için emek sarf etmesi gerekmektedir. Burada aile reisine karşı diğer aile fertlerinin kazandığı özgürlükler aslında ailenin geçimini daha rahat sağlamak için olmaktadır. Bir başka deyişle bu durum hem ailenin ileride kamu yardımlarına muhtaç olmasının önüne geçecek hem de Colson’un “aile demokrasisi” baba ile beraber kadın ve çocukların daha fazla iş piyasalarına girmesinin önünü açacak ve sermayenin ucuz iş gücü bulmasına yardımcı olacaktır.

PNUD’ün (Programme des Nations Unis pour le Développement –Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı), 1997 raporundan yola devam edersek eğer, iyi yönetişim modelinde ailede güvenin sağlanması için ayrıca sportif ve özel yardım kuruluşları ile genel anlamda demokrasiyi geliştirici faaliyetlerin de hız kazanması gerekir. Dolayısıyla ilgili raporda iyi yönetişim modeli için bir taraftan aile ilişkileri çerçevesinde yatay ilişkileri geliştirmek, diğer yandan STK’lar, bölgesel işbirlikleri gibi gruplar arası dikey ilişkileri yönlendirmek ve son olarak ta gelenek, din, bayrak gibi yani sosyal ve siyasal çevreden kazanılan kültürel değerleri de düzenlemek gerekir. İyi yönetişim modelinde hükümet ve sivil örgütleri vardır. Devlet piyasanın yetersiz olduğu yerlerde devreye girer ve bu anlamda piyasa düzeltici rolündedir. Sivil olanlar ise devletin tamamlayıcısı olan STK’lar ile firmalardır. Dolayısıyla iyi yönetişim modelinin hem sivil, hem resmi iki yönü vardır. Hükümetin sosyal sermayesi devlet mekanizması, güvenlik mekanizması ve bölgesel işbirliğini geliştiren kalkınma ajanslarıdır. Sivil olanın sosyal sermayesi ise aile ve derneklerdir. Bu iki tarafın ortak noktalarının her türlü demokratik hak ve özgürlüklerinin gelişmesi ve bu ideallere varmak için gerekli kanunların çıkarılmasına vesile olmaktır. Hükümetle sivil toplum arasında oluşturulan bu işbirliği modelinde, sosyal devlet modelinden kalma işçi sendikaları gibi baskı grupları ikincil öneme sahiptir. Buna karşılık aile kurumu ile sınıfsal gücü ve örgütü olmayan STK’lar, sermaye ile çatışmacı diğer baskı gruplarının yerlerini almıştır. Kısacası PNUD raporlarından baktığımızda günümüzde adına neo-liberal politikalar dediğimiz, liberal bir toplum modelinin temellerinin atıldığını görmekteyiz.

Tekrar günümüzden yüz yıl önce yazılmış Colson’un kitabına döndüğümüzde onun da birinci dünya savaşı esnasında PNUD raporları ile aşağı yukarı aynı kaygıları paylaştığını görmekteyiz. O da tıpkı “iyi yönetişim” modeli fikrinin çıkış noktası olan Lippmann konferansındaki iktisatçılar gibi liberalizmin sosyal kaosu önleyemediğinden şikâyet etmektedir. Bunun sonucu olarak ta sosyal düzensizlik artmaktadır. Bunun nedenlerini Avrupa’daki hükümetlerin zayıflığına bağlamaktadır ve de işçi sendikalarının eskiye nazaran gelişip güçlenmesine yormaktadır. Rousseau’cu Cumhuriyetin izin verdiği bu gelişmeler sonucu merkezi ve yönlendirici politikalar doğal düzeni bozmaktadır. Yazar kitabında bu yüzden iktisadi düzeni yeniden nasıl inşa ederiz? sorusuna aynıt aramaktadır. Ona göre toplumsal baskıyı arttıran nedenler, Rousseau’cu Cumhuriyetin fakirlere yardım dernekleriyle, sendikalarıyla, çocuklara zorunlu eğitimi ile toplumda kurmuş olduğu sosyal dayanışma ağlarıdır. Bu gelişme aile bireyleri arasındaki ilişkileri zayıflatmakta, yerine toplumsal çıkarları kendi çıkarlarından üstün gören bir anlayışı bireylerin akıllarına kazımaktadır. Oysa mesela yazara göre işçilerin kendi çıkarlarına en uygunu işveren ile uzlaşmaktır. Çatışmacı işçi sendikaları vasıtasıyla işçiler, sosyal dayanışma ağı içinde hem işverene hem de kendilerine zararları dokunmaktadır. İşçi sınıfı yerine ailelerini düşünmüş olsalardı grev yapmak yerine işveren ile uzlaşıp çalışmaya devam ederlerdi. Colson’un bu satırları aile içi dayanışmalarının toplumda yeniden güçlendirilmesine vesile olması için yazmıştır.

Günümüz PNUD’ün iyi yönetişim raporlarında aileye verilen önem aslında ters sonuçlar doğurmaktadır. Colson’un da söylediği üzere aile kurumlarının yeniden düzenlenmesi toplumsal çatışmaları azaltmak ve toplumda işbirliğini arttırmak üzere planlanmaktadır. Böylece merkezi otoritenin faaliyet alanı daralacak, bireysel özgürlükler artacak ve demokrasi kazanacaktır. Oysa bu önerme doğru değildir. Çünkü çoğu aileler istikrarsız yapılar içerir. Özellikle emekçi sınıfına bağlı aileler içinde sosyal ve iktisadi çalkantılar çoktur. Bundan dolayı genel olarak ailelerde daha fazla içine kapanma emareleri vardır. Kimlik bunalımı yaşaması, etrafa karşı kuşkucu oluşu, ırkçılık, seksizm gibi istikrarsız düşüncelerin gelişmesine vesile olabilir. Bu bağlamda değişime, dönüşüme direnç gösterebilir. Ailenin bir diğer olumsuz yanı ise fırsatçılığı ve bireysel faaliyetleri beslemesidir. Bu da eski sosyal ilişkilerin bozulup yerine çarpık piyasanın belirlediği rüşvet, talan, soygun faaliyetlerine dayalı toplumsal ilişkilerin artmasını sağlar. Günümüzde gördüklerimiz yukarıda söylediklerimizi doğrulamaktadır.