Milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı üzerine anketler ve düşünceler (1)

Günümüzde kamucu ve piyasa karşıtı solcuların önce ulusalcı ilan edilip sonrasında Nasyonal-Sosyalist damgasının vurulması, özellikle 2000’li yıllarda moda oldu. Bu konuda sözde bilimsel yazılar yazıldı ve küreselleşmeci olmayan tüm sol veya sola meyilli hareketlerin hepsi aynı potanın içine atıldı. Bu McCarthy’ci solcu avcılığı cereyanı AKP’nin iktidarları süresince yürüttüğü muhaliflerine karşı sindirme politikalarına da doğal olarak arka çıkmıştır. Türkiye’de süregelen bu fikir terörü aslında salt bize özgü değildir. Aynı suçlamalar üç aşağı beş yukarı AB ülkelerinde de cereyan etmektedir. Birikim dergisi bu nasyonal-sosyalist solcuları masaya yatırıp incelemektedir. Tüm bu gelişmelerin nedenlerini daha önceki yazılarda anlatmaya çalıştık. Yine söylemek gerekirse kısaca şunu diyebiliriz. Küreselleşmenin ve piyasalaşmanın önünü tıkayabilecek olan siyasal hareketlerin siyasal yaşamdan uzaklaştırılması üzerine kurulu bir yeniden dönüşüm programıdır. Dolayısıyla siyaset sahnesi yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Hem sağ ve hem sol siyaset piyasa güdümlü yeni sermayenin belirlediği ölçülerde yeniden formatlanmaktadır. Bu programın çevre kapitalist ülkelerde uygulanması IMF ve Dünya Bankası'nın yönetiminde sürdürülen Washington ve Post-Washington mutabakatları vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Liberal solun McCarthy’ci sol avcılığını bu gelişmeler etrafında düşünmek lazım gelir. Tam bütün bunları düşünürken sözlerimizi biraz daha destekleyen bir çalışma elimize geçti. O da Bahçeşehir Üniversitesi’nin Yılmaz Esmer önderliğinde yapmış olduğu Türkiye’de değerler araştırması, 2011 adlı çalışması. Önce basınımızda yayınlandı, bu vesileyle internetten bizim de elimize ulaştı. Dolayısıyla bu üç parçalı yazımızın bir konusu bu araştırma olacak. İkinci konu Avrupa’da yükselen milliyetçilik ve ırkçılık konusu olacak. Bunun için 1997 yılında Eurobarometre tarafından yapılan çok eski bir ankete dayanılacak. Bu tür anketin daha yenisini AB web sitelerinde bulamadım. Onun için son 15 yılda AB’deki milliyetçilik ve ırkçılığın hangi boyutlara geldiğini bu yazılarda bahsedemeyeceğiz ama onun bir türevi olan ayrımcılıktan söz edeceğiz.. Onun için üçüncü ve son bölümde Avrupa Parlamentosu'ndaki aşırı sağ grupların içinde yer alan partilerin (özellikle Fransa) kendi ülkelerin parlamento seçimlerinde aldıkları oylara bakacağız, hem de 2009 AB’de sosyal dışlama ile ilgili bir anketten yola çıkarak yine Fransa öncelikli olarak Avrupa’da yükselen yabancıya karşı tahammülsüzlüğü göstermeye çalışacağız. Neden Fransa’ya odaklanacağız sorusu ise tamamen kişisel sebeplerdir ve diğer tüm AB ülkelerini tek tek incelemedeki zorluktur. Peki, bu yazının amacı nedir diye soracak olanlara milliyetçiliğin ve ırkçılığın tek taraflı olmadığını anlatmaktır diyebilirim. Bu yazıdan daha sonra çıkarılacak sonuç ise milliyetçiliğin ve ırkçılığın her türlüsüne karşı gelmek lazım geldiğidir. Neden insanların bu akımlara sürüklendiğini anlatmak ise son bölümde biraz değinilecektir. Şimdiden basitleştirmiş olarak son soruyu bir parantez açarak cevaplamak istersek küreselleşmenin toplumları aşırı sağın milliyetçi ve liberal uçlarına attığını söyleyebiliriz. Daha önceki yazılarımızda bu konulara biraz değinmiştik. Küreselleşme ile at başı giden piyasalaşma süreçleri içinde her şeyin belirsiz hale dönüşmesi milliyetçilik ve ırkçılık olarak tezahür eden aşırı sağ fikirlerin elini de güçlendirmektedir. Bu tehlikeli fikirlerin sadece ulusalcı boyutu yoktur. Aynı zamanda liberal boyutu da vardır. Örneğin Fransa’daki Ulusal Cephe evet faşist ulusalcıdır, ama mesela Avusturya’daki aşırı sağ parti’de FPÖ, (Freedom Party) piyasacıdır, liberaldir. Aşırı sağın bir ucu ulusalcılara dayanır öteki ucu da Hayek, Bastiat, Molinari ekolünden giden liberallere dayanır ki, bu okulların ortak özelliği piyasa yanlısı ve kamu karşıtı olmalarıdır. Liberalizmle aşırı sağ nasıl bir olabilir diye düşünenleriniz olabilir. Şöyle açıklanabilir: piyasanın her şeye kadir olduğuna inananlar arasında Molinari mesela iş piyasalarında özgür emekçi ile köleyi aynı kefede tutmaktadır. Ona göre özgür emekçi ile köle arasında, hem iş hem de iş koşulları bakımından hiçbir fark olmaması gerekir. Sosyal hakları gereksiz ve tehlikeli gören Molinari, özgür emekçinin kendi kendisine yeterli olması gerektiğini söyler ve bu durumu “özgürlüğün maliyeti” olarak tanımlar. Bu bağlamda devletin sosyal harcamalarını güçlendirecek yeni vergilere karşı çıkar. Özellikle iş piyasaları ve sosyal güvenlikle ilgili liberallerin bu tür görüşleri sadece Molinari’de değil Colson’da, Bastiat’da ve diğerlerinde de mevcuttur. Günümüz Avrupa’sının aşırı-sağcı liberal grupları da, liberallerin sosyal güvenlik ve çalışanlar üzerine kurguladıkları bu otoriter faşizan fikirleri ülkelerinde yaşayan yabancı işçiler üzerinden kendi emekçilerine uygulamak istemektedirler. Neden yukarıdaki yazarlara libertarian değil de liberal diyoruz? sorusuna şu şekilde cevaplayabiliriz. Günümüzde ki sermayenin serbest dolaşımı, uluslararası piyasaların ülkelerin ekonomilerine gittikçe daha fazla yön vermesi, kamu harcamalarının kısılması, özelleştirmelerin artması kısacası küresel ekonominin Türkiye dâhil birçok ülkede hâkimiyetini kurması yukarıdaki temelde libertarian fikirlerin liberalizmin yerine geçtiğini göstermektedir. Piyasaları şu haliyle savunan her kişi de libertariandır, ama küresel ekonomik mekanizmalar genel kabul gördüğü için liberal olarak adlandırılır. Örneğin günümüzde ki küreselleşme sürecinin ana kuramları olan Washington ve Post-Washington Mutabakatları libertarian fikirlerin uygulamalı güzel örnekleridir. Onun içindir ki hâlihazırda liberal sağ görüşlü politikacılar olan Chirac ile Sarkozy arasında veya H. Cindoruk – S. Demirel ile Tayyip Erdoğan arasında siyasi anlamda büyük farklar vardır. Chirac ve Demirel piyasayı devletin düzenlemesine bırakırken, ikincileri devletin yeniden dönüşümünü tamamen piyasaya teslim etmektedir ve devleti piyasanın işleyişine göre yapılandırmaktadır. Bu bağlamda düşünürsek ikisinin de kendi aşırı-sağ uçları vardır. İlk siyasetçilerin aşırı ucu devletçilikten türeyen milliyetçilik ise ikincilerin aşırı ucu anti-kamuculuk ve piyasacılıktan türeyen libertarianlıktır, ki günümüzde liberalizmin yerini almıştır. Bütün bu söylediklerimizi yazının son bölümünde biraz daha Fransa ağırlıklı olarak inceleyeceğiz.

Yazının ilk bölümüne geçmeden evvel şunu da söyleyelim, Türkiye’de milliyetçiliği ve ırkçılığı sadece tek taraflı görenler AB yanlısı siyaset izleyenlerdir ve Post-Washington mutabakatının Türkiye’deki siyasi temsilcileridir. Bugün AB uçakları Libya’yı bombalarken, Sarkozy’yi, Merkel’i ülkelerinde yabancı düşmanı politikalar izlerken nasıl AB’ci olunabilir bilemiyoruz. Onun içindir ki, hem AB’ye üyelik sürecinin Türkiye için ham hayal olduğunu savunduğumuz için, hem de kabul edilemez bir süreç olduğunu belirttiğimiz için yukarıdaki sorunların adresinin tek taraflı olmadığını anlatırken ısrarcı davranıyoruz.