Manifesto

YÖK’ün Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi olan Seydi Çelik hoca hakkında “dersinde Manifesto okutuyor” diye soruşturma açması, bu yazının yazılma sebebi olmuştur. YÖK’e öğretim üyesinin Manifesto okuttuğunu ihbar eden üniversite öğrencileri ise belli başlı bir yazı konusudur. Hatta belki bir tez konusudur. Bu yazıda hem hocalarını derste Manifesto okuttuğu gerekçesiyle YÖK’e şikayet eden öğrencilerin tutumlarının nedenlerini anlamaya çalışacağız, hem de bir iktisadi düşünce metni olarak Manifestonun öneminden bahsedeceğiz. Bu arada bu satırın yazarının da İktisadi Düşünce Tarihi dersinde Manifesto okuttuğunu, şikâyetçi Kocaeli Üniversitesi öğrencilerine ve YÖK’e bilgilendirmeyi bir borç bilir.

İlk olarak nedir Manifesto? sorusuyla başlayalım. Manifesto diye kısa adıyla anılan eser aslında tam adı ile Komünist Partisi Manifesto’sudur ve yazarları Marx ile Engels’dir. İlk yayınlanış tarihi Şubat 1848 İngiltere’dir. Manifesto’nun yazılmasına neden olacak olan Avrupa’da iki önemli gelişme vardır: ilki Fransa, İngiltere, Belçika gibi batı Avrupa ülkelerinde kapitalizmin hızla gelişmesidir. Bu dinamik süreç daha az olmakla beraber Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunda ve Rusya’da da görülmektedir. Bu devinim ilgili ülkelerin çalışan sınıflarında fakirlik ve sefaleti berberinde arttırmıştır. Makineleşme ile beraber işçiler sermayeye daha fazla bağımlı kılınırken, üretim süreçlerine kadınlar ve çocuklar gittikçe daha fazla sayıda dâhil olmuşlardır. İkinci önemli gelişme ise Avrupa kıtasında artan bağımsızlık hareketleridir. Çekler, Polonyalılar, Macarlar, Slav halkları bağlı bulundukları yönetimler içerisinde bağımsızlık mücadelesine girişmişlerdir. 1789 sonrası kurulan ulus devletler içerisinde İngiltere ve Fransa gibi genel seçimler ile yönetilen ülkeler olduğu gibi, Prusya, Rusya gibi otoriter yapıda devletler de mevcuttur. İşte bu sosyal, siyasal manzara içinden Manifesto doğmuştur.

Peki, neden Manifesto İktisadi ve Sosyal düşünce de önemlidir? 19’ncu yüzyıl da sanayileşmeyle beraber artan işçi sınıfının sefaleti üzerine Malthus, Tocqueville, Bastiat, Colson, Molinari gibi birçok liberal iktisadi ve sosyal düşünce adamı görüş bildirmiştir. Yukarıdaki yazarların hepsi fakirliğin artmasının nedeni olarak yardım derneklerinin etkisi olduğunu söyler. Çünkü yardımlar insanları daha fazla tembelliğe iterek sefaletin artmasına sebep olur. Üstelik yardım alan fakirlerin daha fazla üremeleri toplumda fakirlerin sayısını arttırmaktadır. Buna bir de, fakirlerin hem yardım alıp hem de çocuklarını şehirlerde dilenci olarak çalıştırmalarını eklemek gerekir. Böylece yardımların yol açtığı gelişmeler bu bölgelerde hem güvenliği tehdit etmektedir, hem de toplumsal faydacı bir yaklaşımla göz kirliliği yaratmaktadır. Tüm bunlar karşısında çözümün bu kesimin sayıca çoğalmamasını sağlamak için fakirlere yönelik sosyal yardımların kesilmesidir. Bu şekilde fakirlerin sermayenin istediği şekilde çalışması ya da hastalanıp ölmesi sağlanmış olacaktır. İşçi sefaletini artıran bir diğer konu ise köleliğin lağvedilmesi sonucu emeğin özgürleşmesidir. Bu durum işçilerin kendi bedenlerine yeterince bakamamalarını sağlamakta ve böylece emek verimlilikleri düştüğünden dolayı işverenler tarafından istihdam edilmemektedir. Bu sayede işsizlik artmaktadır. Tüm bu yaklaşımlara karşı Manifesto emekçilerin bir isyan bayrağıdır. Ne demiştir peki Marx ve Engels? Ne çözüm üretmişlerdir? Fakirlik sefalet doğal bir düzenin parçası değil demişlerdir. İnsanın insanı sömürmesinin sonucu demişlerdir. İnsanı geleneksel üretim süreçlerinden ve bağımlıklarından kurtarmak gerektiğinden bahsetmişlerdir. Yukarıda liberallerin fakirliğin çözümünü, kapitalist üretim süreçlerinden bağımsız olarak düşünüp işçileri piyasanın düzenlemesine bırakması, sosyalistleri isyan ettiren nedenlerin başında gelir. Artık bu sürecin tersine çevirmek lazım gelmektedir bu da ancak sosyalizm ile mümkün olabilir. Manifesto bu devrime çağrıdır.

Manifesto insanın insanı sömürüsünü kaldıracak olan nasıl bir yapı önermektedir? On dokuzuncu yüzyılda artan fakirlik, artan proletaryalaşma klasik sosyal bilimcilerle beraber Marx’ı da düşünmeye itmiştir. Cevabı aranan soru nasıl Avrupa’da fakirliği azaltmaktır? Klasik düşünürlerin cevapları sosyal sorunların çözülmesi ancak doğal yasalardan hareketle iş piyasalarındaki düzenlemeyle mümkün olabilir. Marx ise tersini düşünmektedir. Artan fakirlik sadece fakirliğin ötesinde, kapitalizmin özgül koşullarından yani kapitalist üretim süreçlerinden kaynaklanmaktadır. Kapitalizm ile beraber yükselen sanayileşme, emek sömürüsü üzerine dayalı sermaye birikimi toplumsal ilişkilerin temel taşı halini almıştır. 1789 sonrası kurulan ulus-devletler, burjuvazinin çıkarlarını korurken işçilerin haklarını “özgürlük ve kardeşlik” kavramlarına indirgeyerek, uygulamada devrimin “eşitlik” şiarını görmezden gelmişlerdir. Fakat buna rağmen birçok liberal sosyal bilimci fakirliğin artmasında sosyal devleti birinci planda tutmuşlardır. Bastiat, Colson, Tocqueville, Molinari, Malthus gibi liberallere göre sosyal devletin gelişmesi için beraberinde vergilerin artması özel mülkiyet hakkının gaspı anlamına gelmektedir. Çünkü sermayedar bireysel bir fayda görmediği halde, sırf Rousseau’cu sosyal görevler bağlamında fakirleri vergileri ile doyurmak zorundadır. Bu hem kendi sermaye birikiminin zayıflamasına neden olacak, hem de devletin mülkiyet gaspı sebebiyle sermayedarın daha da fakirleşmesine sebep olacaktır. Bu bağlamda liberallere göre tam tersine asıl burjuvazinin bir “eşitlik” meselesi vardır. Onlara göre toplumsal sorunların çözümü için merkezi otoritenin idari düzenlemeleri gerekli olmadığı için sosyal yardımların kaldırılması gerekir. Dolayısıyla liberaller sosyal meselelerde piyasanın düzenleyici rolünün arttırılması gerektiği üzerinde hem fikir olmuşlardır. Hatta bu konuda Malthus bir adım öne çıkarak fakirliğin ancak doğal seleksiyon yoluyla azaltılacağını iddia etmiştir. Ona göre yardımların kesilmesiyle fakirler açlığa mahkûm edilmeli ve bu şekilde doğal ölümlerle açlık, kıtlık gibi sosyal meseleler beraberinde çözülecektir. Bir çeşit sosyal darwinizm de denilen bu yöntemde fakirleri bekleyen açlık ve ölümdür. Burjuvazinin 1789 ile tek sorunu “Özgürlük, eşitlik ve Kardeşlik” şiarındaki eşitlik prensibiyledir. On dokuzuncu yüzyıl sosyal mücadeleleri işte bu eşitlik kavramı tartışmaları etrafında odaklanmıştır.

Marx ve Engels ise emekçilere burjuvazi ile eşitlik pazarlığı yapmak yerine, Manifesto’da onlara tek yol olarak sosyalist devrimi önermektedir. Bu süreci götüren ve devrimi sağlayacak ise Komünist Parti’dir. Bu parti proletaryanın partisidir. Ama her proleter komünist değildir. Onun için bu partinin önemi, Komünist işçilerin önderliğinde diğer işçileri komünizm yolunda örgütleyecek ve komünizmi kuracak olan öncü parti olmasından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan Manifesto’daki çözüm doğal düzenden ve onun türevi sosyal politikalardan kesin bir kopuşu gösterir. Manifesto Komünizm’e referans verir. İktisadi düşünce de komünizme giden yolda genel anlamda üç süreç yaşanmıştır. İlki Ütopyacıların komünizmidir. Bunlar Thomas More gibi genel ve eşitlikçi bir yönetimden bahsederler. Bu yaklaşımlarda hayalciliğin ötesinde yönetim güçlü bir devlet yapısına bağlıdır. Bu şekilde eşitlikçi toplumsal düzen sağlanacaktır. İkincisi 1789 sonrası direktuvar rejimine savaş açmış Babeuf’dür. Önerdikleri, her ne kadar özel üretime ve mülkiyete karışmasalar da, sosyal üretimin eşit dağıtılmasıdır. Son olarak Marx ve Engels’in Komünizmi ise tüm bu sol mirası kapsayacaktır kuşkusuz ama çok daha ileri safhaya taşıyacaktır. Bu ileri safha sermaye birikimi gerçeğinden yola çıkan, toplumsal gerçeklere atıfta bulunan bir yaklaşımdır. Amaç insanın insanı sömürmesini engellemektir, dolayısıyla insanın bağımlılığa mahkûm eden geleneksel üretim süreçlerinden kurtarmaktır. Dolayısıyla Manifesto toplumsal gerçeklerden hareketle emekçilere çok somut yeni öneriler sunar.

Son olarak diyebiliriz ki, Manifesto on dokuzuncu yüzyılda liberalizmin sosyal meseleleri çözmekte acizliğini göstermek açısından çok önemli bir iktisadi düşünce metinidir. Aynı zamanda eşitliğe, sömürüsüz bir dünyaya giden başka bir yolun olduğunu hatırlatır. Bununla beraber yeni bir mücadele biçimleri ve bu mücadeleye önderlik edecek işçi partisi fikri hem ezilenler için bir umut olmuş, hem de liberal sosyal düşünceye karşı ciddi bir alternatif oluşturmuştur.

Peki, Kocaeli Üniversitesinin bazı öğrencilerinin hocalarını Manifesto okutuyor diye YÖK’e şikâyet etmelerini nasıl anlatabiliriz? Bu sorunun cevabı çok boyutlu ve çetrefillidir. İlk olarak sola ve solcuları darbeci zihniyet ile eşdeğer gören ideolojik bir beyin yıkama mekanizması hali hazırda mevcuttur. Buna Türkiye’de bir tür Mc Carty’ci cadı avı da diyebiliriz. Üstelik Türkiye’de gizli tanık müessesinin her alanda görülen yasal bir uygulama halini alması, birçok gencin kendisi gibi düşünmeyenleri ihbar etmelerine fırsat vermektedir. Bu işin ulusal boyutudur. Küresel boyutu ise, artık dünya da ne eğitimde, ne toplumsal ilişkilerde liberal olmayan sola referans vermenin bir anlamının kalmamasıdır. Sol muhalefet rekabetçi piyasa mantığı çerçevesinde düşünce üretmeli, küresel dinamikleri sorgulamamalıdır. Küreselleşmeye karşı olan tüm fikirlerin toplumda kuşkuyla karşılanması gerektiği fikrinin hem ulusal hem uluslararası iktidar odakları tarafından basın organları vasıtasıyla propagandası sürekli devam etmektedir. Sendikaların, sol partilerin, siyasal ve sosyal hayatta gittikçe önemi azaltılmak istenilmektedir. Yerine konulanlar ise din ve ahlak temeli üzerine kurgulanan muhafazakâr dünya görüşünü savunan STK’lardır. Muhafazakârlığın sol muhalif yanı ise küresel dinamikler ile barışık liberallerdir. Bu ikili uyumlu düzen arasında Manifesto hem bugünün dünyasına yabancıdır, hem de birçok kişiye ürkütücü gelebilmektedir. Manifesto’yu zamanından, tarihsel boyutundan koparıp günümüz için değerlendiren bazı öğrenciler, Marx ve Engels’in tam 165 yıl önce yazdıkları eserden olumsuz etkilenip, bir üst makama şikâyet konusu yapabilmektedir. Devrimi darbe olarak izah edenlerin çoğunlukta olduğu Türkiye’de Manifesto’yu okuma listesine alan öğretim üyesini darbeci ilan etmek işten bile değildir.

Son olarak İktisadi Düşüncede, “Principes de la Population” adlı eserinde fakirlere ölmelerini emreden Malthus’ün, onun sadık savunucusu Joseph Garnier’nin eserleri okutulduğu gibi, bu vahşete karşı gelen sosyalistlerin de eserlerinin okuma olarak öğrencilere verilmesinde ne sakınca olabilir? Tersine derslerde Marx’ı, Robespierre’i, Babeuf’ü, Lenin’i, Luxembourg’u, Hilferding’i, Proudhon’u daha fazla okutmanın öğrencilerinin bildik toplumsal kalıplarının dışında da dünyaların var olduğunu göstermek, onlara yaşadıkları dünyayı daha iyi sorgulayabilmeleri açısından son derece yararı vardır. Sonuçta ne Roni’nin parmağı, ne kapalı kapılar ardından şikâyet etmeler meseleye çözüm getirmez. Çünkü dersinden sorumlu, dersi anlatan kişidir, YÖK değildir.