Krizler üzerine…

Kapitalizm kronik krizlerini atlatabilmesi için zaman içerisinde kendisini yeniden düzenleyebilir. Bunda kısmen başarılıda olabilir. Zaten sistemin hali hazırda hala yaşıyor olması bunun bir göstergesidir. Krizin en önemli göstergesi, ekonomide kâr oranlarının düşmesidir. Bu süreç beraberinde tekrar kârları yukarı çeken ve bunun içinde sistemi yeniden düzenlen bazı uygulamaları devreye sokacaktır. İki dünya savaşı arasındaki büyük buhranlara çare olarak ikinci dünya savaşı sonrası kapitalizm, refah devleti modelini devreye sokmuştur. Bu modelin toplumsal barışa neden olan tarafı, çalışanların reel ücretlerinin zaman içinde artış göstermesidir. Gelirlerin artması, emekçilerin tüketimlerini arttırırken sanayi üretim de artmaktadır. Fakat buna mukabil emek verimliliği reel ücret artışlarının üzerinde seyrettiğinden, emekçilerin ücretleri ürettikleri katma değerin altında kalmaktadır. Bu dönem ABD ve AB ülkelerinde (AET ülkeleri) kâr oranları aşağı yukarı 1960’lı yılların ortalarına kadar artmış, ondan sonra da 1980 yılına kadar sürekli ve daimi bir düşüş göstermiştir. Bu yıl aynı zamanda kapitalizmde fordizmin sonu olmuştur. ABD’de Carter yerini Reagan’a devretmiştir.
1980’den günümüze baktığımızda ise neo-liberal politikaların önderliğinde küresel bir üretim süreci yaşanmaktadır. Aşağı yukarı 35 yıldan beri devam eden dönemin özellikleri arasında dünya ekonomisinde yeniden kâr oranlarının yükselmesini, tüketimin ücretlerden daha fazla artmasını, hane halkları borçlanmasının fordist döneme nazaran tüm kesimleri kapsayıcı bir şekilde çoğalmasını sayabiliriz. Bu gelişmelerin yapısal nedenleri arasında finansın küreselleşmesini, ABD’nin aşırı tüketimi ve bununla beraber ABD’de artan dış açıkları sayabiliriz. Bu gelişmelerin sonuçları dünya’da artan eşitsizlikler ve şiddetlenerek devam eden krizlerdir. Özellikle 2008 sonrası finansal piyasalarının derügalasyonu, kapitalizmi sürekli krizlerin içinde işlevsiz hale sokup, sosyal sorunlara çare tutamamaktadır. Fakat buna mukabil finans sektörü çalışanların daha fazla borçlanmalarını sağlayıp onları sistem içine dahil etmede başarı göstermektedir. Bu durum aynı zamanda emek sömürüsüne dayalı ve esnek iş piyasalarına dayalı aşırı yoğun rekabetçi bir üretim sürecinin devamını sağlamaktadır. Fakat bu sonuncu gelişme, sosyal güvenliğin zayıf olduğu gelişmekte olan ülkelerde gerçekleşmektedir. 80 sonrası Dünya’da çoğu ülkede uygulanan neo-liberal politikalar merkez ve çevre kapitalist ülkeler arasında Boomerang etkisi yaratmıştır. Yani iş gücü piyasalarının esnek olduğu çevre ülkelerde emek verimliliği esnek olmayan merkez ülkelere nazaran daha fazla artmıştır. Küresel ekonomiye dâhil olmuş çevre ülkelerde kapitalist üretim, merkez ülkelere nazaran daha dinamiktir. ABD ve AB dışında dünyanın geri kalanında üretilen düşük maliyetli mal ve hizmetler, finans piyasaların yardımıyla merkez kapitalist ülkelerde ve küresel çevre ülkelerin şehirlerinde tüketilmektedir. Bu tüketimi sağlayan ise finans piyasalarının çalışanlara açtıkları tüketim kredileridir. Bu durum, iş gücü piyasaları esnek olmadığı için üretim maliyeti yüksek kapitalist ülkelerde işsizliğin artmasına neden olurken aynı zamanda hane halkı borçlanmalarını da beraberinde arttırmaktadır. Bu durum daha fazla rekabet, daha fazla çalışmaya dayalı, yorucu bir yaşam biçimini emekçilere dayatmaktadır. Merkez kapitalist ülkelerdeki gelişmeler sosyal politikaların uygulanma şansını yok edip, regülasyonu krize sokarken, sürekli borçlanma yoluyla sürecin çalışanlar aleyhine devamını sağlayan finansal piyasalar yavaş yavaş sistemin krize girmesine vesile olmaktadır. Bu bağlamda kapitalizmin tarihte olduğu gibi yeniden düzenlenme olasılığı ortadan kalkmaktadır ve bu durum toplumsal çalkantıların zamanla artarak devam edeceğini göstermektedir.

Son cümleyi biraz daha açalım. Tarihte gördüğümüz üzere sistemi tıkayan en önemli neden kâr oranlarının düşmesidir. Oysa günümüzde dünya ekonomisinde hem emek verimliliği artmaktadır hem de kâr oranları artmaktadır. Bu konuda muzdarip olan ülkeler, AB’nin güney ülkeleri ile Fransa’dır. Bunları ortak özellikleri ise sosyal güvenlik harcamalarının AB’nin kuzey ülkeleri ve ABD’ye nazaran daha yüksek olmasıdır. Küresel ekonomiye dâhil olmuş çevre ülkelere baktığımızda ise Çin başta olmak üzere kâr oranları yükselmektedir. Böyle bir durumda kapitalizmde sosyal regülasyon yapmak hem gereksizdir, hem de fazladan bir maliyettir. Üstelik uygulanmakta olan rekabetçi politikalarla uyumsuz normlardır. Bu tür sosyal normlar ancak sermaye birikimi sürecinin kesintiye uğradığı ve toplumsal çalkantıların yoğunlaştığı dönemlerde düşünülür. Oysa günümüzde tersi bir süreç vardır. Bir diğeri ise sosyal güvenlik harcamalarını kısıtlayan bütçe politikaları uyguladıkça işsizlik artmaktadır. Kısacası sistemin işler hale gelebilmesi için herkesin iktisadi gerçeklere uymak zorunluluğu vardır. İktisadi veriler toplumsal normların üzerine geçmiş durumdadır. Örneğin işten atılmamak için işçi ücret, prim, yardım vs.. gibi bazı haklarından feragat etmesi gerekir. Bunun temel nedeni çalıştığı şirketin yeniden kâr edebilmesini sağlamak içindir. O zaman çalışma güvenliği, sosyal haklar vs… gibi sosyal normlar zaman içinde tırpan yiyecektir. Bu kapitalizmde sürdürülebilir bir regülasyon aracı değildir diye düşünmekteyiz.

Daha evvelki yazılarımızda bahsettiğimiz üzere toplumsal tepkiyi azaltan ve sistemi yeniden düzenleyen tek unsur herkesime açılan banka kredileridir. Artık toplumsal mücadeleler 19’ncu yüzyılda olduğu gibi ücret üzerinden gerçekleşmemektedir. Çünkü gelir artık kişinin çalışma potansiyeline ve esnekliğine bağlıdır. Üstelik tüketim harcamalarını sadece ücretle değil banka kredileriyle de gerçekleştirebilmektedir. Esnek piyasalar, finansal piyasalara bağımlı yaşayan emekçiler, gelecekleri belirsiz bir şekilde tüketim özgürlüğüne sahiptirler. Bu özgürlüğün bedeli de çok çalışmak ve bedenen, ruhen aşırı yorulmaktır. Üstelik tüm bunlara rağmen iş güvenliğinden yoksundurlar. Kısaca herkese tüketim özgürlüğü, finansal piyasalarının sağladığı bir regülasyon aracıdır fakat beraberinde rekabetçiliğe dayalı iktisadi gerçekleri, sosyal normlara üstün kıldığından sürdürülebilir değildir.

Peki, tekrar fordist döneme dönebilir miyiz diye sorduğumuzda ise bu soruya cevabımız olumlu olmayacaktır. Çünkü birincisi fordizme geçmek için ortada büyük bir felaket yaşanmamıştır. Fakat ondan daha önemlisi fordist döneme özgü sanayi malları üretimi artık yerini hizmet sektörüne ve bilgi işlem teknolojisine bırakmıştır. Bu bakımdan dünyanın geri kalmış bölgelerinde ucuza mal ve hizmet üretme şansına sahip olan küresel kapitalizm artık kapalı döneme dönmek istemeyecektir. Dünyada artan kâr oranları ve emek verimliliği zaten bunu mümkün kılamaz. Üstelik fordist dönemde sosyal regülâsyonu sağlayan maliye politikalarının yerini finansal piyasalar almıştır. Bu yüzden gelecek, regülasyon krizi nedeniyle fordist dönemin keynezyen sosyal-demokrat partileri değil, sistemin dönüşememesi nedeniyle sosyalizm olacaktır, olmak zorundadır.