Fransa’da Hollande sola umut mu?

Fransa’nın 4 ay önceki başkanlık seçimlerinde halkın Mitterand’dan sonra yeniden sosyalist bir Cumhurbaşkanını seçmesi bu satırların yazarı dâhil birçok kişiyi memnun etmişti. Arkasından gelen parlamento seçimlerinde PS’in iktidara gelmesi sosyalist Hollande’ın elini de güçlendirmişti. Üstelik Fransız Sosyalist Parti’nin başarısının arkasında FKP’den Sol Cephe’ye kadar birçok siyasal oluşumun verdikleri destek vardı. Bu durum belki Fransız seçimlerin kendi özelliğinden kaynaklansa bile yine de bu son seçimler öteki seçimlere nazaran birçok yönden farklıydı. Fransa’daki iki turlu seçim modeli sayesinde, ikinci turda sağ ve sol partiler kendi aralarında birleşebiliyorlar. Bu bağlamda Fransız siyasal partileri kendi aralarında geniş sağ ve sol koalisyonlar kurmayı seçimleri kazanabilmek için önemli bir mecburiyet olarak görüyorlar.

Fakat bu son seçimlerde diğerlerine nazaran farklı olan Melenchon adında Sol Parti’nin Genel Başkanlığını yapan bir politikacının Sol Cephe etiketi altında Fransız siyasetinde sivrilmesiydi. Hatta seçim öncesi sol cenahın siyasal gösterilerinde o kadar ön plana çıktı ki, Sosyalist Parti ve Hollande kendilerinin solunda olan bu cenahı yine kendilerine ciddi bir rakip olarak algılamaya başladılar. Seçim sonuçları Melenchon’un beklediği gibi çıkmadı ama herkeste Hollande ve PS’in seçimleri kazanmasında onun ve Sol Cephenin önemli bir rolü olduğu fikrinde mutabık kalmalarını sağladı. Aslında Hollande’da eski konuşmalarına nazaran daha solda olan görüşler dillendiriyordu. Mesela finansal piyasaların gücünü sorguluyor, finansal serbestliğin kısıtlanmasını istiyordu. Bu önerilerin Fransa gibi bir ülkeden gelmesi kendi içinde bir ağırlığı oldu. Tabii Fransa gibi merkez kapitalist bir ülkenin sosyalist olmasını kimse beklemiyordu ama en azından bu tür önerilerle çoğu kişi, günümüz otoriter, anti-demokratik neo-liberal politikaların daha da fazla gelişip serpilmesinin önüne geçebileceğini ve böylece yeniden sorgulanabileceğini ummuyorlardı. Fakat bu böyle olmadı. Hem Hollande’ın Avrupa borç krizinde Yunanistan’a karşı Almanya’ya yakın durmasıyla, hem de iç siyasette yabancılara karşı Sarkozy’yi aratmayacak şekilde baskıcı önlemler alması açıkçası bir çok sol kesimde hayal kırıklığı yarattı. Üstelik bu politikalarıyla kimseye yaranamadı, çünkü birçok ünlü iş adamı, artist vs… yükselttiği gelir vergileri yüzünden Fransa’yı terk etmeye başladı. Bu gelişmeler sosyal demokrasinin bittiğini, işlevsiz halde tarihin tozlu sayfalarına itildiğini bizlere bir kez daha gösterdi.

Yukarıdaki gelişmelere bakarak diyebiliriz ki, sınırların olmadığı, küresel sermayenin emek maliyetlerine göre serbestçe bir ülkeden bir ülkeye geçtiği ve bu süreci durduracak hiçbir demokratik kontrolün işlemediği kapitalist ülkelerde, sosyal düzenlemeleri uygulamak imkânsızlaşıyor. Hollande’ın, sol liberallerin ve diğer sosyal demokratların göremediği veya görmek istemediği küresel sistemde hiçbir sosyal regülâsyonun mümkün olamayacağı gerçeğidir. Tersine piyasa ile uzlaşılar neo-liberal uygulamaları da ister istemez sahip çıkmayı gerektirecektir. Tabii birçok sosyal-demokrat partiyi pratikte bu yaklaşımlara iten gelişmeler piyasa iktisatçılarının önderliğindeki piyasa lobisinin çok güçlü oluşudur. Bu kısır döngüden çıkmanın yolu sosyal demokrasi olamamaktadır. Belki birçok sosyal nüanslar sağlanabilir. Bazı göreceli sosyal iyileştirmeler de olabilir. Fakat son tahlilde bugünkü kapitalizmle köprüleri atmadan, radikal dönüşümler sağlamadan, kamucu politikaları neo-liberal siyasete alternatif kılmadan bu girdaptan çıkmak mümkün değildir. Belki yukarıdaki öneriler uygulama anlamında şu koşullarda gerçekçi olmayabilir. Fakat şu da başka bir gerçektir ki, kapitalizm tarihinin en önemli krizlerini yaşamaktadır. Üstelik krize yönelik neo-liberal çözümler, sistemi yeniden ve sürekli olarak krize doğru yönlendirmekten başka bir işe yaramamaktadır.

Son olarak sözlerimizi bankaların riskli müşterilerine kredi vermemesi haberi ile bitirelim. Basından da takip edildiği üzere bankalar Basel 2 kriterlerine de uyarak borçlarını ödemeyen “riskli” müşterilerine en temel ihtiyaçlarına yönelik bil olsa hiçbir kredi açmamaya başlamışlar. Bu ne demek? Genel geçer bir yorumla denilebilir ki, krize yönelik talep daraltıcı politikalar uygulanılmak isteniyor. Peki, toplumsal anlamda ne ifade eder bu söylenenler? Bir kere bankalar artık müşterilerine pamuk eller cebe dememektedir. Fakat bunun anlamı borçlu hane halkları bakımından bir felaket senaryosu değildir. Yani borçlu emekçilere bankalar artık bundan sonra size kredi yok dememektedir. Fakat artık yeni kredi alabilmenin şartları vardır o da müşterilerin eski borçlarını kapatmasıdır. İkincisi borç almada yeni koşullar bankalara borçlu olanları esnek iş piyasalarının merhametsizliğine daha fazla itecektir. Bir yandan krize karşı önlem için kredilerin azaltılması yoluyla talep daraltılırken, öte yandan ise iş piyasalarına “borcunu ödemek için her an her saatte her işi yapmaya hazır” emekçiler sunulmaktadır. Çünkü borçlu emekçiler için borcunu bankaya ödemek hayati bir önem taşımaktadır. Başka türlü yaşaması mümkün değildir. Piyasa’nın krizini yeniden emekçiler üstlenirken, üstelik bu fedakârlıklarının karşılığını daha fazla finans piyasalarına borçlanarak almaktadır. Emek sömürüsünün finans kapital tarafından yönlendirilmesi karşısında hiçbir sosyal önlem işe yaramayacaktır. Çünkü hem finans kapital hem üretim şirketleri küreseldir ve dolayısıyla ulusal sınırlar içerisinde kontrol dışıdır. Bu durum diyeceksiniz her zaman böyleydi, doğrudur ama sosyal demokrasinin geliştiği yıllar olan ikinci dünya savaşı sonrasından 70’lere kadar olan süreci hariç tutmak lazım. O zamanlarda demokratik hak ve özgürlükler ile sosyal barışın kısmen sağlandığını iddia edebiliriz. Ama bu bahsedilen dönemin hakikaten kapitalizmde bir daha tekrarlanamayacak kadar özel koşullara dayandığını söylemek gerçek dışı olmaz sanırım. O zaman? Evet, sosyalizm üzerinde düşünmek gerekiyor ama Fransa’da olduğu gibi sermayenin kaçışışını önlemek için sınırların yeniden öneminin hakkını teslim etmeden bu biraz zor.