Diyalog, uzlaşı, esnekleşme, şeffaflık üzerine

Toplumsal aktörler arasındaki ilişkileri diyalog, uzlaşı, şeffaflık çerçevesinde geliştirmeye yönelik iyi yönetişim anlayışı çevre ülkelerin demokratikleşmesini hedef almaktadır. Bu siyasal yaklaşımların sadece demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi ile ilgisi yoktur. Aynı zamanda iş piyasalarının yine aynı kriterler etrafında (diyalog, uzlaşı, şeffaflık vs…) daha fazla esnekleşmesi amaçlanmaktadır. İş piyasalarında esnekleşme ise iş güvencesinin azaltılması, toplu işten çıkarmaların mümkün kılınması gibi uygulamaların devreye sokulmasıdır. Burada aranan amaçlar işverenin iş gücü maliyetlerini düşürüp daha fazla istihdam yaratmasının olanaklarını sağlamaktır. İşçiden istenen işten çıkarılırken anlayışlı davranmasıdır. Bunun için tüm tarafların takip edeceği şeffaf ilişkilere dayalı karşılıklı diyalog sürecinin işletilmesi gerekir. İşçinin daha sonra işveren ile uzlaşıya varacağı konular ise işten atılmasını, ücretinin azaltılmasını, işten çıkarma tazminatının düşük tutulmasının sebeplerini anlaması olacaktır. İyi yönetişim modellerini küresel sermayeden ayrı düşünmek mümkün değildir. Günümüzde taraflar arası diyalog süreçlerinin en iyi şekilde yönlendirmek için uluslar arası örgütler (mesela UNDP gibi…) ve STK’lara ait birçok çalışma raporu vardır. Bu raporlar diyalogların nasıl uzlaşı ile sonuçlanacağı üzerine çeşitli tüyoları içerir. Bunlardan bir tanesi de samimiyet testidir. Yani karşınızdakine samimi olacaksınız onunla her şeyi paylaşacaksınız ki, o da size açılsın ve böylece meselenin uzamasından yana olmayıp çözülmesine uğraş versin. Başka diğer tüyolar arasında diyalogdan hiçbir zaman kopmamak vardır. Özellikle sonuç alıncaya kadar diyalog sürecinin devamlı hale gelmesini sağlamak gerekir. İyi yönetişim modelini tavsiye edenler, STK’lar - ilgili bakanlıklar - mağdur bireyler arasında süregelen üçgen diyaloglar sonucunda aranan ortak uzlaşının eninde sonunda geleceğini düşünmektedirler. Fakat burada aranan tek yolun uzlaşma olması uzlaşmanın tanımını da değiştirmektedir. Karşılıklı empati kurabilmek için, karşı tarafı da anlayabilmek için “biraz kafayı değiştirmek” lazım gelir. Bu duygudaşlığı oluşturacak en önemli temel, mağdur olan bireyin çözüm için devlet ve STK’lar gibi gerçekçi yaklaşmasıdır. Burada “gerçekçilik” var olan koşulların baştan kabul edilmesidir. Örneğin iş piyasalarında işçi ile işveren arasındaki ihtilafların çözümü için yapılacak olan görüşmelerde ücret konusu konuşulmamalıdır ama buna mukabil işletmenin verimliliğinin nasıl artması gerektiği üzerine iki tarafta “samimi bir şekilde” düşünmelidir. Bu tür görüşler OCDE gibi uluslar arası örgütlerin muhtelif iş piyasaları raporlarında üye ülkelere tavsiye edilmektedir. Burada aranan amaç işletmenin yaşamasını sağlamaktır. Onun içindir ki işçi sermaye ile ancak uzlaşmanın yollarını aramalıdır. Ya uzlaşmazsa? O zaman maalesef işten çıkarılacaktır. Raporlar uzlaşmaz, arlanmaz, uslanmaz işçilerin olduğu ülkeler için de iş piyasalarında reform önerirler. İş piyasalarında istenen değişimler iş güvencesinin azaltılması, işten çıkarılmaların kolaylaştırılmasıdır. Bu anti-sosyal uygulamaların birer veri olarak işçilerin kabul etmesi istenilmektedir.

Bireyler, farklı kültürler, cinsiyetler arası diyaloga dönük çözüm aramaları bugün birçok sol çevreler tarafından kabul gören yaklaşımlar olmaktadır. Örneğin bu yaklaşımın fikir babalarından Amartya Sen “Yeni bir kalkınma modeli” adlı, muhtelif konuşmalarından derlediği eski bir kitabında tüm bu yukarıda bahsettiğimiz farklı bireylere yönelik diyalog ve uzlaşı yönlendirmelerini yapar ama işin iktisadi boyutunu daha fazla kamuya havale eder. Yalnız Sen kitabında küresel ekonomilere dâhil olmamış çok fakir ülkelerden bahsetmektedir. Aynı yöntemi küresel ekonomilere dâhil olanlar için uyguladığınızda aynı diyalogların iş piyasalarında da gerçekleşmemesi için bir neden olmayacaktır. Şeffaflık, diyalog, karşılıklı uzlaşı sermayenin her zaman hoşuna gidecek olan yaklaşımlardır. Nedenini herkes bilir. Üretim araçlarına sahip olan odur çünkü. Bu tür diyaloglardan kârlı çıkacak olan da odur çünkü. Eğer siz günümüz iyi yönetişim modellerinin sadık savunucusu olarak iş piyasalarının olmaması gerektiğini herkese iş güvenliği sağlanması lazım geldiğini söylerseniz eğer, o zaman kültürel, cinsiyetçi mağdur birey ile esnek iş koşullarını kabul etmeyen işçi arasında ne tür bir fark var ki sen iş piyasalarında farklı bir uygulama istiyorsun? diye sorarlar. İş piyasalarında neden diyalogdan yana olmayan, işverenle ücret ve iş güvenliğini pazarlık konusu yapmayan çatışmacı olmak istediğinizi anlatmakta zorlanacaksınızdır. Meslek odaları, bakanlıklar, STK’lar, mağdur bireyler ne ise işletmeler ve işçiler de odur çünkü. Tabii işletmelerin demokratik olması gerektiği üzerinde yazılıp çizilen bir sürü makale vardır ama bu öneriler olmayacak duaya âmin demek gibi bir şeydir. Günümüzde aranan daha fazla demokrasi değil daha fazla verimliliktir. Buna diyalogda aranan uzlaşı fikrini de içine katabiliriz. Uzlaşı demek meselenin çözümünden çok, bir meselenin daha bertaraf edilip herkesin işe koyulmasını sağlamaktır.

Daha evvel UNDP raporlarında bahsettiğimiz samimiyet testi iş piyasalarında da uygulanır. Mesela sermayedarın kendi işçisine karşı “babacanlık” ya da “annelik” taslaması. Özellikle Actuel Marx’ın “Travail et domination” adlı 49’uncu sayısında Latin Amerika ülkeleri ile ilgili bir çalışmada işçilerin gittikçe daha fazla işverene bağımlı olmasından bahsetmektedir. O kadar ki, artık işveren işçinin ailesi gibidir. Ona karşı bir baba gibi koruyucu, bir anne gibi şefkatlidir. İşçide artık sermayedara karşı, tıpkı ailesine karşı olduğu gibi daha dikkatli olacaktır. Onu üzecek işlere kalkışmayacaktır, ona karşı kendisini hep borçlu hissedecektir vs... Böylece sermaye sahibi işçi ile daha fazla birebir ilişki kurması onu kendine bağlaması, üzerinde hâkimiyet tesis etmesidir. Aslında “özgür dünya” ve “özgür iş piyasaları” yeniden kul-köle pazarlarına dönüşmektedir. Dünya da artan sosyal sorunlar, işsizlik, güvenlik sorunları vs…, karşısında bireylerin gelecek için kaygılarını sermaye sahiplerinin sömürmesidir.

O zaman başta bahsettiğimiz uzlaşı ve diyalog süreçleri de bu sömürü biçiminin kural haline getirilmesinden başka bir şey değildir. Sözde demokratik bu uzlaşılardan daha fazla demokrasi değil daha fazla sömürü düzeni çıkacaktır.