Birey, beyaz, siyah

Birey nedir? Birey, “indivis”, yani bölünmeyen tekdir. Örneğin aile fertleri birey değildir. Çünkü hiç biri kendi içinde bağımsız değildir, hepsinin aile içi görevleri, sorumlukluları vardır. Birey tanımı o zaman aile tanımına bile uymayan toplumdan soyutlanmış, kendi başına ve içe dönük yaşayan ve doğa da pek örneği olmayan bir şey”dir. Bu “şey” in işlevi vardır o da emek sömürüsünün sosyal maliyetlerini göstermemektir. Birey piyasa’da fayda değerini yüksek bulup talep ettiği malın fiyatının yüksek oluşu sonucunda almaktan vazgeçer. Nokta. Ya da faydalı bulduğu malın aslında kendi sağlığına zararlı bir mal olmuş olması pek önemli değildir. Çünkü arz’ın karşısında talep vardır yani “birey” vardır, yani toplumdan soyutlanmış “şey” vardır. İş sadece piyasa ile de bitmez. Üretim süreçlerine baktığımızda da klasik düşünürlerin emekçisi vardır. Adı geçen emekçi sosyal bir sınıfı temsil etmez, o sadece sermaye birikimini, emek değer yaratarak sağlayan mekanizmanın adıdır. Makinedir çünkü emeğinin büyükçe bölümüne üretim araçları sahibi olanların el koyması gerekir. O zaman emekçi sınıfının aslında sınıfsal özellikleri ön planda tutulamaz. Sadece yarattığı artı-değer ile tanımlanması gerekir. Dolayısıyla o da ticari süreçten, toplumsal ilişkilerden kopartılmış olan bir “şey dir, Tocqueville’in özgür bireyidir. Çünkü görevi artı-değer yaratıp, üretim öncesinden ücretini almaktır. Yoksa malın ticareti sonucunda oluşan kazançtan pay alamayacaktır, o zaman da ticarete dayalı kapitalist toplumsal ilişkilerde yeri olmayacaktır. Neo-klasik iktisat zaten sosyal sınıflara arz, talep der, “birey” der, klasik iktisatta işçinin yarattığı artı-değerin üstünü kapatmak için işçiyi üretim öncesi verilen “nominal yaşamsal ücrete” indirger. Bu durumda o da toplumdan soyutlanmış “şey” e indirgenmiş olur.

1970’li yıların sonundan itibaren uygulanan neo-liberal politikaların emekçi sınıfların yozlaşmasına neden olduğunu söylerken aslında 60’lı yılların sosyal devlet anlayışındaki emekçinin talep eğrisine geçişinin neden bu kadar kolay olduğunu gözden kaçırıabiliyoruz. İster piyasa ekonomisinde ister sosyal devlet anlayışında olsun emekçi hep ezilen ve edilgen durumda olacaktır. Bugünkü durumdan tek farkı sosyal devlette daha fazla hak ve özgürlüklere sahip olmasıdır. Ama sonuçta önemli olan sermaye birikimi rejiminin devam etmesidir. Bu eskiden korumacılık yoluyla kapitalizme gelir transferi yoluyla yapılırken, günümüzde rekabetçilik adına daha fazla ücretler ve sosyal harcamalarda kısıtlamalar şeklinde vuku bulmaktadır. O zaman bugünkü emekçilerin yozlaşmış olmasının temelde iki nedeni vardır: ilki daha öncede söylediğimiz gibi hizmet ağırlıklı neo-liberal politikaların emekçilerin tüketim kalıplarını ve önceliklerini değiştirmiştir. İkincisi de emek sömürüsüdür. Kapitalizmin en büyük başarısı emek sömürüsünü günümüzde olağanlaştırması, toplum tarafından kabul edilir kılmış olmasıdır. İşçi sınıfından talep eğrisine kolay geçmiş olmanın temeldeki nedeni budur. Hatta günümüz piyasa mantığında daha fazla hizmet alabilmek ve tüketim yapabilmenin tek ve önemli koşulu olmuştur emek sömürüsü. Yani kişiler daha fazla saat çalışıp, ek işler yaparak daha çok tüketebileceklerdir. Bir örnek vermek gerekirse, İstanbul’da saat sabahın dördünde boğaz kıyılarında sanki gündüz vakti gibi bir sürü insanın kıyıdan balık tutmasının nedenini amatör balıkçılık, balık tutma hobisi olamaz. Sabahın dördünde insanların uyuması gerekir. Uykusu kaçmış birkaç istisna olabilir ama onlarca insanın sabahın köründe aynı anda balık tutmasının nedeninin altında vahşi kapitalist sistem ve neo-liberal politikaların tetiklediği sosyal sefalet yatmaktadır.

Bu gerçektir, bir de gerçeğin saptırılması vardır. Mesela beyaz Türk, siyah Kürt veya türbanlı, türbansız Türk tanımları. Tüm bu yaklaşım tamamen iktisadi bir meseleyi kültürel bir alana taşımayı gayret eder. Bir açıdan hâkim düzende amaç emekçinin öfkesinin kısmen de olsa dindirilmek istenilmesidir. Bunun için sermayenin kendisinin sorgulamadan başka adreslerin gösterilmesi gerekir. İktisadi düşünce’de bir Adam Smith problemi vardır. Smith aynı “insanı” Ulusların Zenginliğinde farklı Ahlaki Duygular Kuramında farklı tanımlamaktadır. Birisinde iktisatçı gözlüğüyle değerlendirmekte ötekisinde sosyolog gözlüğüyle insana bakmaktadır. Bu yaklaşım sadece Smith’e has değildir, birçok burjuva düşünürlerinde de mevcuttur. Doğa yasaları, insan hak ve özgürlüklerinin sınırı bellidir: emek sömürüsü. Bu tabu konu, tartışılmayan, tartışılmaya bile açılmayan konu günümüzdeki beyaz Türk, siyah Türk kavgalarının, kadın-erkek zıtlaşmalarının, türban-türbansız çatışmalarının temelini oluşturmaktadır. Yukarıdaki kaygılardan bahsetmek günümüz tartışmalarının temelsiz ve geçersiz olduğunu söylememize neden olmayacaktır kuşkusuz fakat kapitalizmin kendisinin sorgulanmasına daha fazla zaman ayırmamız gerekeceğini bizlere hatırlatacaktır. Bir de tabii kapitalizmin alternatifi olacak olan sosyalizmin inşasını. Kafamızda net bir sosyalizm tanımı var mıdır? Sanırım bu soruya çoğu kimse “evet var” diyemeyecektir. Buna rağmen tabii ki, genel bazı ortak noktalar olacaktır ama net bir cevap vermek hele emekçi kitlelerin daha fazla piyasa mekanizmalarına dâhil olmasıyla beraber yozlaştığı günümüzde daha zorlaşacaktır. O zaman örgütlemenin yanında (ki çok önemlidir) sosyalist kuramdan yola çıkarak pratik arayışların da olması gerekir. Artık bunları sakin bir şekilde düşünmenin zamanı gelmiştir. Bu sürecin gelişip olgunlaşmasını sağlayacak iki kurumu burada tekrar hatırlatmakta yarar vardır: ilki Üniversite Konseyleri Derneği ikincisi Nazım Hikmet Akademisi. Birkaç küçük istisna hariç günümüz akademik ortamının sorgulamayan basmakalıp eğitim yapısını aşmak ve eleştirmek için oluşturulmuş yukarıda zikrettiğimiz kurumlar dışında başka kurumlarda vardır ve onlarda yukarıdaki kaygıları paylaştığı ölçüde kendi içinde önemlidir. Her ne şartta olursa olsun yavaşta olsa çalışarak, üreterek, tartışarak adım adım ilerleme olacaktır hiç kuşkusuz.