Avrupa'da insan hakları

Yukarıdaki başlık Thomas Hammarberg adında Avrupa Konseyi İnsan Hakları komiserinin yazdığı bir kitabın İletişim’den çıkan Türkçeye çevirisidir. Kitabı bir solukta okuyabiliyorsunuz. Sadece AB ülkelerinde değil Türkiye dâhil Konseye üye diğer ülkelerdeki ihlallerden de bahsediyor. Özellikle geçen yazıda değindiğimiz ötekine saygılı olamayan nefret söylemi Avrupa’da gittikçe artıyor. Bu söylem kendi içinde şiddeti ve sistemik ayrımcılığı barındırıyor. Kitap birçok örnekten bahsediyor. Mesela Romanlara yapılan baskılar. Avrupa’daki vatansız statüsünde yer alanların büyük çoğunluğunu Romanların oluşturduğunu çünkü birçok Avrupa ülkesinin bu insanlara vatandaşlık vermediğini öğreniyoruz. Çocuklarının normal kamu okullarına kabul edilmediğini zihin engelli çocukların yanlarında eğitim gördüklerini öğreniyoruz. Kitapta birçok çarpıcı olaylar veriliyor. Komisyonun yapmış olduğu bir kamuoyu araştırmasına göre Almanların %58’i Müslümanların ibadetlerini kısıtlamak istiyormuş. Bu oran çoğunluğu Alman olan bölgelerde %70’lerin üzerine çıkıyormuş. Yine kamuoyu araştırmalarına göre (AB temel haklar ajansı, 2009) 14 AB ülkesinde her dört müslümandan biri polis tarafından durdurulmuş. Bunların içinden %40 ise göçmen oldukları için bir yıl içinde birden fazla durdurulmuş. Rapor aynı zamanda polis kontrollerinin çok sıklaştığını ve genellikle yabancı kökenlilere yapıldığını göstermektedir. Avrupa’da yabancılık daha fazla suç olarak görülmektedir. Beyaz tenli olmayanlara karşı uygulamalar aşırı sert olmaktadır. Örneğin göçmenlerin birçoğu tekrar geldikleri yerlere geri gönderilmektedir. Bazılarının iltica talepleri kabul edilse bile ailenin diğer fertlerinki kabul edilmemekte ve böylece aileler parçalanmaktadır. Aslında bu uygulamalar yeni değildir. Tarih boyunca bu ve buna benzeri uygulamalar hep olmuştur Avrupa’da. Üstelik bunlar münferit olaylar değildir tersine sistematik uygulamalardır.

Thomas-Robert Malthus 1798’de yazdığı meşhur eseri Essai sur le principe de population (Nüfus ilkeleri üzerine bir inceleme) tarım sektörünün kaldıramadığı ölçüde nüfus artışının kapitalizmi krize soktuğunu söylemektedir. Bu bakımdan fakir işçilerin evlenip çocuk yapmalarının önüne geçilmesini söyler. Buna göre nüfus artışı azalacaktır. Oysa gereksiz gördüğü fakirlere yönelik kamu yardımları ve zaman içinde artan nominal ücretlerin fakirlerin yaşam koşullarını görece iyileştirip onların daha fazla rahatlayıp “üremesine” neden olacaktır. Bu durum gelecekte onların beklentilerin tersine daha fazla fakirleşmelerine neden olacaktır. Malthus basit bir piyasa mantığından yola çıkarak der ki, tarım üretimi nüfus artışından daha az artmaktadır, dolayısıyla nüfus artışını kontrol edemezsek zaman içinde kıtlıklar olacaktır, sefalet baş gösterecektir. Bu bağlamda fakirlere yönelik sosyal yardımların yasaklanmasını savunmaktadır. Hatta daha da ileri giderek o dönem ölümcül bir hastalık olan suçiçeği hastalığının doğal düzeni tekrar sağlayan düzenleme görevini üstlendiğini düşünmektedir. Birçok insanın bu hastalıktan ölmesine seyirci kalınması piyasadaki arz ve talep dengesinin yeniden işlerlik kazanmasına ve kıtlıkların bu şekilde önlenmesine vesile olacaktır. Piyasa mantığıyla nüfus sorunlarını halleden Malthus tüm bu fikirlerini tek bir cümle ile özetlemektedir: “bakamayacağınız kadar çocuk yapmayın yoksa ceremesini siz çekersiniz”. İşte 18’nci yüzyılın sonunda sarf edilmiş olan bu cümle 21’nci yüzyılın başında, yani günümüzde AB ülkelerinin yabancılara yönelik politikalarının temel argümanı olmaya devam etmektedir. Tabii AB ülkeleri eski sömürge ülkelerinin bağımsızlıklarını kazandıktan sonra onların nüfusları üzerinde söz söyleme yetkileri kalksa da, bu aç ve fakir nüfus yığınlarını kendi ülke sınırları içine sokmayarak, “bana mı sordunuz çocuk yaparken, başınızın çaresine bakın” demektedir. Yabancılara karşı yapılan baskıların kitapta ilginç bir diğer örneği Danimarka hükümetinin yapmış olduğu bir uygulamadır. Amaç yabancılarla yapılan evlilikleri, birliktelikleri baltalamaktır. Bunun için Fransa bunu önlemek için Fransız’la evlenen yabancıların vatandaşlığa başvurma sürelerini geciktirmektedir. Ama Danimarkalılar Fransızlardan daha “cin” çıkmışlar bırakın vatandaşlığa başvurma hakkını, oturma izni almak için bile yabancıyla evli ya da birlikte yaşayan Danimarkalının 28 yıl Danimarka’da yaşamış olması koşulunu getirmiştir. Böylece yabancı damat ya da gelin getirenlerin Danimarka dışında yaşayan Danimarkalılar olduğunu tespit eden Danimarka hükümeti bunun önüne geçmek için bu çareyi bulmuştur. Kitaptaki örnekler yabancıların Avrupa’da gittikçe daha fazla suçlu konumunda kabul edilmekte olduğunu göstermektedir. Yabancılar hem istihdam edildikleri esnada hem de ücret konusunda diğer beyaz tenli işçilere nazaran ayrımcılığa uğramaktadırlar.

Tüm bu kitapta yazılanlar Türkiye’deki insan hakları ihlallerini düşündürmektedir. İnsan hakları ihlallerinin AB ülkelerinde de olmuş olması Türkiye’deki benzerlerini kabul etmemiz için bir neden değildir. Zaten son on yılda Türkiye’deki keyfi tutuklamalara, tutuklu yargılamalara Avrupa’da ne devletler bazında ne entelektüeller bazında pek ses çıkmaması bu uygulamaların kerhen kabul gördüğünü göstermektedir. Her ne kadar insan haklarını hiçe sayan uygulamaların yasal dayanakları olmasa da sorun devletlerin bu yasaları kendilerine fazla dert etmemeleridir. Dolayısıyla yabancılara ve emekçilere yönelik faşizan uygulamalar artık Avrupa’da rutin hale gelmiştir. Avrupalıların yabancılara yönelik faşizan davranışların tarihte bolca örnekleri vardır. Sadece örneklerde değildir aynı zamanda liberalizmin dayandığı temel ilke olan “doğal düzen”in kendisi de bütün bu insanlık dışı uygulamalara cevaz verir. Yukarıdaki Malthus örneğine, Tocqueville’in Cezayir Raporlarını, Bastiat’nin Devlet ve Hukuk üzerine yazdıklarını katabiliriz. Türkiye dahil hiçbir yerde liberalizm çözüm değildir.