Sadece işsizlik, yoksulluk değil sorun. Evet, bu çok ama çok belirleyici. Ama zehirli bir toplumsal atmosfer içinde geçiyor günlerimiz.

Yıkıntılar altında kalan hayatlar

Haberimiz bile olmuyor, sönüp giden kimi yaşamlardan. Kimileri ise çok şeyler anlatıyor bizlere. Kendimize, yaşadığımız zamana ve ülkeye sanki ayna tutuyorlar. Sanırım bu hafta da öyle oldu. Arka arkaya gelen intihar haberleri birer ayna gibi dolandılar aramızda.

Bir süredir daha çok konuşuyoruz bazı intiharları. Sanırım Mehmet Pişkin ile başladı bu konuşma hali, 2014’te. Elbette her devrin simgeleşen ölümleri, kayıpları, intiharları var. Hatta toplumları sarsan, yeni dönemlerin başlangıcına vesile olan intiharlar da var. Ama Türkiye bazı ölümlerle daha çok sarsılan bir ülke haline geldi.

Psikiyatri içinde de intihar çetrefilli bir konudur. Çok yakından bakarsanız fazlasıyla kişiye özgü yanlarını görürsünüz; ama biraz geriye çekilip baktığınızda toplumsal yanının ne kadar da belirgin olduğunu anlarsınız. Bazı intiharlar, bazı denk gelişler, bazı dönemlerin özelliğidir. O dönemin sesidir.

Tabii ki pandemide ölümü tercih etmek, zaten halihazırda zihni ölümle meşgul olan bir toplum için daha fazla uyarıcı oluyor, dikkatleri daha çok çekiyor üstüne. Özellikle de “yakın” gelen ölümler. Sanırım hepimiz birer işaret arıyoruz bu ölümlerde. İşlerin ters gittiğine dair…

Ve sanırım hepimiz tam da şu dönemde, yani ekonomik zorlukların ve salgının getirdiği sıkıntıların üst üste bindiği şu günlerde intiharların artmakta olduğunu düşünüyoruz, seziyoruz.

Öyle mi?

Tam olarak öyle değil. Daha doğrusu bu tür bir artış olup olmadığını Haziran gibi, tüm Türkiye istatistikleri açıklanınca anlayabileceğiz.

Ama başka bir şey oluyor: İntiharlar, arkalarındaki öyküler geçmişe göre sanki daha çok etkiliyor. Daha çok yankı buluyor. İşte en azından şimdilik bunu sorgulayabiliriz. Yani artıp artmadığından da önce bazı ölümlerin neden ses getirdiğini. Yanıtını ise yaşadığımız günlerin içinde bulmak mümkün gibi.

Yaşadığımız süreci bir yıkım olarak görüyorum. İktidarın ve düzen muhalefetinin öylece izlediği. Hatta bir savaş... Tarafları belirsiz gibi duran ama toplumun belli bir kesimine bedeller ödeten sessiz bir savaş!

Nedir savaş? Klasik anlamıyla… Siyasetin silahlarla sürdürülmesi mi? Evet, öyle. Ama sadece bu değil. Savaş aynı zamanda toplumun (üretici güçlerin) bir kısmının yıkımı, değersizleşen sermayenin el değiştirmesi, atılanın atılması, satılamayanın satılması ve sermaye önderliğinde yeni ufuklara yelken açılması. Şimdiye kadar hep böyle olmuş.

Bu açıdan bakınca, belki fazla iddialı olacak ama, yaşadığımız sermayenin emeğe açtığı bir saldırı gibi bir şey değil mi? Evlere (sığınaklara) kapatılan toplumlar, iş ve ev arasında götürülüp getirilen işçiler, sayıları milyonları aşan ölümler, bomboş sokaklar, maskelere el koyan devletler, artan otoriterleşme, aşılara göre bölünen coğrafi ve siyasi sınırlar… Savaş için mutlaka bombaların yağması gerekmiyor ki bombalar da hiç eksik değil bu süreçte.

Ölümün zihnimizin bir parçası haline geldiği günler bu günler ve tüm bunlar, ölümler, intiharlar, eve kapanmalar, korkular, endişeler, ansızın infilaklar, sonu gelmeyen olaylar tesadüfen bir araya gelmiyor. Akıp giden bir ırmağın içinde hepsi. Seline kapıldığımız şiddetli bir fırtına bunlar! Yıkım.

Tamam salgın var ve önlem almak gerekiyor. Tamam "toplumsal sağlık" önemli ama salgın önlemleri sadece maske-mesafe-hijyen değil ki. Sosyal bir olaydır salgın ve bu sosyal boyut bir kesimin rahatıyla ve büyük bir diğer kesimin görünmeyen, duyulmayan, belki ara sıra hissedilen depremleriyle, yıkıntılar altında kalan hayatlarıyla sürüp gidiyor.

Yıkım ise her kesimi farklı etkiliyor. Bazılarını hiç duymuyoruz bile. Bazıları ise hepimizi vuruyor.

Bir süredir hekim intiharlarını duyuyoruz mesela. Herkes biliyor, tıp eğitimi, hekimlik bu ülkede halen en gözde meslek, en yüksek puanlarla girilen bölüm vs. Yani Türkiye’nin en “iyi” zihinleri tıp tercihinde bulunuyorlar, daha doğrusu bulunmak zorunda kalıyorlar. Neden? Ülkenin, dünyanın gidişatıyla çok alakalı biçimde tıp 20 yıl içinde yavaşa yavaş mühendisliğin yerini aldı, çünkü. Çünkü “garanti” meslek! Krizden çıkmayan bir ülkede, dünyada, bu garantili, kadim meslek öne çıkıverdi.

Peki, sonra ne oluyor?

Binlerce parlak genç insan, sınavlardan bunalmış olarak geliyorlar tıp fakültesine. Belki heyecanla ama gelecekten çok da büyük bir beklenti olmaksızın… Ama işte idealleri için, ama aile için, ama işte öylesine, günler geçip gidiyor fakültede. Sonra ne oluyor? Bir başka sınav çalıyor kapıyı! Üniversiteyi bitirmek yetmeyebiliyor. Gelsin ilk mecburi hizmet, dershane, sınav endişesi, bir türlü rahata eremeyen günler, belirsizlik. Ve bir de tüm bunları saran, genel itiş-kakış! Höt zöt!

Sonra… Sonrası da dert! Mesela ülkenin, dünyanın gidişatıyla çok da ilişkili olarak tıp içinde uzmanlıklar da değişti. Bir zamanlar en çok tercih edilen branşlar en az tercih edilen bölümlere dönüşürken bir zamanlar yüzüne bakılmayan bölümler en yüksek puanlarla girilen bölümlere dönüştü.

Ne için?

Piyasa için sağlıkta dönüşüm tıbbı da dönüştürdü.

Sonra… Yeniden mecburi hizmet ve kamuda hizmet vermenin angaryaya dönüşen hali; değersizleşmenin iliklerine kadar yaşanması; özel sektörün başını çektiği piyasanın iştahı ve ayartıcılığı…

Ve gözümüzün önünde tükenen, sönüp giden pırıl pırıl beyinler, zihinler. Göç edenler, “aman, bana ne yahu!” diyenler, kendi kabuğuna çekilenler, umudunu kaybedenler…
Tüm bu tablo bir toplumun en nitelikli kesiminin (üretici güçlerinin) yıkılmasının bir parçasıdır. Sanırım gelen haberlerde biraz da gördüğümüz, duyduğumuz bu!

Ve aslında bütüne bakarsak da göreceğimiz şudur: Bir ülkenin en “gözde” mesleğinin gündeminde tükenme, yıldırma, hak gaspları, sonu gelmeyen sınavlar, ömür tüketen uygulamalar varsa bir de o ülkenin en “vasıfsız” ve en yoksul emekçilerine neler olduğunu düşünün!

Ve bir de yanına ülkenin gerçekliğine giderek yabancılaşan bir siyasi atmosferi ekleyin.

Bugün aklı başında bir genç insanı bu ülkede tutacak olan ne var? Türkiye gençlerine ne vadediyor ki? Nasıl bir gelecek? Höt zöt, itilip kakılma ve sonu gelmeyen dertler dışında!

Geniş bir toplam bu ilan edilmemiş savaşın sarsıntılarını yaşıyor işte. Müzisyeninden genç hekimine.

Sadece işsizlik, yoksulluk değil sorun. Evet, bu çok ama çok belirleyici. Ama zehirli bir toplumsal atmosfer içinde geçiyor günlerimiz. Depresyon için, intihar düşünceleri için, intihar girişimleri için bolca malzeme var. Zaten herkes, zihinsel olarak az ya da çok "olağanüstü bir dönemde" yaşadığımızın farkında. Özellikle de günümüz toplumunun kalbinde, merkezinde yaşayanlar için...

Üstüne de daha uzun süreli sorunlar ekleniyor işte: geçmiş dertlerle birlikte ıssızlık, insansızlık, sosyal yaşamın neredeyse bitme noktasına gelmesi, hödüklük, vasatlık, sesinin çıkaranın başına inen kaba güç, işini bilirlik ve yalakalık… O zaman ölüm ağır basıyor, basabiliyor.

Zaten neredeyse zihinsel bir "ölümü" yaşıyorsak, yani yaşantımız buna döndüyse, döndürülmesi için bin bir türlü olay devreye girdiyse geriye ne kalır ki!

Umut, sosyal bir histir. Tek başına, zor üretilir.

Ne yazık ki…